Öyle insanlar vardır ki; öldüğü haberini aldığınızda dahi onun ölebileceğine inanamazsınız. Yaşamınızda öyle önemli ve vazgeçilmez bir yere sahiptirler ki; onlarsız bir hayat düşünmemişsinizdir bile…Tıpkı Kemâl Çapraz gibi. Telefonda vefat haberi geldiğinde bile kendi kendinizi kandırarak, ‘Hayır ölmemiştir. Yanlış anlamışsınızdır, yaralı hastahanede yatıyordur’ diyerek size telefon edene verdiğiniz cevap gibi…
Kaybedilmiş bir dostun ardından yazı yazmak…
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, cümlelerin bağlanamadığı, boğazınıza bir şeyin düğümlenip oturduğu o an…
Nefes bile alamadığınız sadece hıçkıra hıçkıra ağlamak istediğiniz, ama ağlayamadığınız dermansız dert… Ölüm!.. İnsanoğlunun var olduğu günden beri çaresini bulamadığı “İnnalillahi ve inna ileyhi raciun” emri şerifinin sırrına boyun eğdiği İlahî lütuf…
“Her nefis ölümü tadacaktır” ayet-i kerimesinde ikram olunan sonsuz huzur ve şahadet gerçeği…
Öyle insanlar vardır ki; öldüğü haberini aldığınızda dahi onun ölebileceğine inanamazsınız. Yaşamınızda öyle önemli ve vazgeçilmez bir yere sahiptirler ki; onlarsız bir hayat düşünmemişsinizdir bile…
Tıpkı Kemâl Çapraz gibi.
Telefonda vefat haberi geldiğinde bile kendi kendinizi kandırarak, ‘Hayır ölmemiştir. Yanlış anlamışsınızdır, yaralı hastahanede yatıyordur’ diyerek size telefon edene verdiğiniz cevap gibi…
İki ay önce Ufuk Ötesi’nden gelen telefonda, Kemâl Ağabey’in doğum gününün yaklaştığı, bundan dolayı O’na bir sürpriz yapılarak, bir hatıra defteri hazırlanmakta olduğu söylenmişti. Kemâl Ağabey’i seven ve onun sevdiği herkesin bu defterde kendisiyle ilgili bir şeyler yazacağı dile getirilmişti de biz de kendi çapımızda bir şeyler karalamıştık…
Yazarken de ‘içim cız’ etmişti. Hatıra defterleri hep ayrılıkların, vedaların sembolü olarak gözüme görünmüştür…
‘Haydi hayırlısı, bu öyle olmaz inşallah’ demiş, Kemâl Ağabeyle nasıl tanıştığımızı, benim için öz bir ağabeyden farkı olmadığını yazmıştım.
Ardından İstanbul’a geldiğimde her zamanki sevecen ses tonuyla, “Alptekinciğim, çok teşekkür ederim, bizi mahcup ettin” demişti…
O ne demek?
Asıl mahcup olan bizdik!...
Yıllardır ‘Ufuk Ötesi’ adlı kaleyi savunan, düşürmemek için canını dişine takan bir yiğit cengâver hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi yazmanın nesi mahcup edici olabilirdi ki?..
Askerden yeni gelmiştim, Kemâl Ağabey ve Osman Kumandan’la Sultanahmet’te bir lokalde oturmuştuk, bize Ufuk Ötesi’ni anlatıyordu… 400 gazeteci arkadaşıyla görüştüğünü, Basın Birliği’ni kurmak üzere çalışmalarını anlatmış ve Ufuk Ötesi gazetesini çıkaracağını söylemişti. Ertesi gün Basın Birliği ve Ufuk Ötesi’nin ilk bürosuna gitmiştik, ikinci katta içinde lavabosu olan küçücük bir odaydı… Eski bir yazı masası ile kırık dökük iki sandalye ve bir tabure ile başladı 8 yılın özeti…
Gelişti, gelişti, gelişti… Türk Dünyası’ndan Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Bakanları ağırladı o gazete… Nereden nereye?
Her görüştüğümüzde ilk günkü sıcaklık ve tebessümle ‘Alptekinciğim’ demesi ve… Bugün: “Kemâl Çapraz Özel Sayısı”
Kim bilir belki de ‘son sayı’…
Duygularım karışmış, beynim zonkluyor. Bir şeyler yapmak gerek biliyorum. Çünkü bu kale düşmemeli!..
Büyük Türk Dünyası ideali ve Türklük amacı yaşatılmalı. Çünkü o, bu gazetede yaşıyordu!.. Bunun vebali hepimize. Ömrünü ‘Türklük’ uğruna adamış bir insanın son nefesini verip şehit olduğu an’a kadar düşürmediği bu kale, Ufukların ötesine geçmeli, yaşamalıdır!..
Asırların ötesini düşünen insanlar ölümsüzlüğü kazanmışlardır, şehittirler…
Ve şehitler ölmez! İdealleriyle, eserleriyle, yaptıklarıyla yaşarlar… O yaşıyor…
Her zaman denildiği gibi asıl ‘bizlerin başı sağ olsun!...’
Çünkü daha yapacak çok işimiz var…