Öncü idin, münci (kurtuluşa yönelten) idin. Kendine özgü ve sana çok yakışan öyle bir tevazu içindeydin ki önde gittiğin sezilmezdi. Birçok yeteneğin gibi bunu da gizli tutardın. İşte yine önde gittin, yine öncülük yaptın. Takdir-i ilâhî böyle tecelli etti. Buradaki hikmeti, gönül dostların, arkadaşların zamanla daha iyi yorumlayacaklardır. Bütün dostlar, kederli ailen ve masum, sevimli yavruların gün geçtikçe seni daha iyi anlayacak ve değerlendireceklerdir.
Biz senin vefatınla neyi kaybettiğimizi hâlâ pek anlamış değiliz. Şaşkınlığımızı bir türlü üzerimizden atamıyoruz. Belki de bu böyle sürüp gidecek. İlâhî takdire rıza göstermemek –hâşâ- hiçbirimizin aklından bile geçmez. Ama, diyoruz ya, şaşkınız işte. Çünkü senden beklediğimiz çok şey vardı. İşte böylece bir başka “takdir” tecelli etmiş oluyor. İçinde yaşadığımız topluma böyle bir hizmet nasip olmayacak demek ki… Bunun hikmetini bilemiyoruz.
Şurası bir gerçektir ki seni iyi anlayabilmiş, iyi değerlendirebilmiş değiliz. Hâlâ da öyle… Gerçek değerlerin bozuk para gibi tedavüle sürüldüğü şu ülkede, meslektaşın dediğimiz insanlar arasında hiçbir meziyeti olmayan kimseler nasıl da pazarlanıyor. Hem şöhret oluyorlar hem servet yapıyorlar. Eline su dökemeyecek bu kişiler gibi seni de baş tacı yapacak basın patronları varken bunlara hiç itibar etmedin. Böyle bir şeye hiç ihtiyaç duymadın. Kendi diktiğin fidanı özenle yetiştirmeye çalıştın.
Ondan da vazgeçtik; aynı ülkü uğruna birlikte yola çıktığınız arkadaşların kiminin nefesi yetmeyince, kimisinin de boyu yetmeyince kırılmadın, umudunu yitirmedin. Onlara sitem bile etmedin. İnanıyordun, her şart altında bir şeyler yapabileceğimize inanıyordun. Muhalefetiyle, muvafakatiyle siyasî kurumların kısırlığı seni üzüyordu. Ama bu kısır döngüyü kırabilecek bir yol bulacağımıza inanıyordun.
Birlikte yola çıktığın arkadaşlarının kırk yıllık çilesini sen şu kısa ömrün boyunca çektin. Onların sıkıntılarını omuzlarında taşıdın, yüreğinde yaşadın.
Hatırlar mısın, konuşmuştuk. Bir şeyler yapacaktık. Yapılabileceğine aklımız yatmıştı. Milletin “mâkus talihinin” yeniden kırılması gerekiyordu. Destek gibi görünen zayıf kolonlara güvenmeyecektik. “Yürük at yemini kendi artırır.” demiştik. Önce ıstıfa (ayıklanma) gerekiyordu. Sayıdan çok nitelik ve yetkinlik önemliydi. İnanç ve ülkü olmadan hiçbir şey yapılamayacağını yaşayarak görmüştük. Genleriyle oynanarak yönleri değiştirilenleri bir süre kendi haline bırakmalıydık. Yürekli olanlar nasıl olsa aslına döneceklerdi. Beklenilmesi gereken süre, şimdiye kadar kaybedilen zaman yanında pek fazla sayılmazdı. Yeter ki bilinçli davranılsın, artık aynı oyunlara gelinmesin.
Öncü idin, münci (kurtuluşa yönelten) idin. Kendine özgü ve sana çok yakışan öyle bir tevazu içindeydin ki önde gittiğin sezilmezdi. Birçok yeteneğin gibi bunu da gizli tutardın.
İşte yine önde gittin, yine öncülük yaptın. Takdir-i ilâhî böyle tecelli etti. Buradaki hikmeti, gönül dostların, arkadaşların zamanla daha iyi yorumlayacaklardır. Bütün dostlar, kederli ailen ve masum, sevimli yavruların gün geçtikçe seni daha iyi anlayacak ve değerlendireceklerdir.
Kardeşimiz, arkadaşımız ve çok sevdiğimiz bir evlâdımız idin. Senin sesini dostların hep duydular, şimdi de duyuyorlar.
Genç yaşında adın gibi “olgunluk” timsaliydin. Sana bir gerçeği anlatmak için uzun konuşmaya gerek yoktu. Çünkü gerçekleri gören ve yaşayan bir ülkücü idin.
Bir zamanlar yine bu ülkenin acılarını yaşamış bir şair adaşın da sesini duyurmak için nasıl feryat ediyordu:
Cedvel-i simin kenarından bu âvâzın Kemal
Koptu bir fevvare-i zerrin gibi mâhurdan
Bu dünyaya daha pek çok hizmet verecektin. Ömrün vefa etmedi. Sevgili evlâdımız Kemal!
Biz toplandık, kabrine geldik. Helâllik istediler, yürekten “Helâl olsun!” dedik. Asıl bu dünyada senin hakkın var. Bizim üzerimizde hakkın var. Biz de helâllik istiyoruz sen de bize hakkını helâl et!