Halen duruyor mu yerinde bilmiyorum ama şimdi Sultanahmet meydanında, tarihî Bizans sarayının duvarları dibindeki çay bahçesinde, bir ikindi saatinde olmak vardı. Sohbet muhabbet, dedikodu, kahkaha derken gölgesinde oturduğumuz ağaçların dallarındaki silme dolu serçeler cıvıltıları ile bize katılmalıydı. Hiç az olmazdık. Adres belliydi. Ya gazetedeyiz ya da orada…
Gelen geçen, bizi yerimizde bulamayan şıp diye yanımıza damlardı. Yarım saatlik çay molası bir anda en az üç saat oluverirdi.
Ya da, ben koşturarak Sirkeci’de vapura binmeye çalışırken, inenlerin kalabalığının içinde karşılaşırdık. İki cümle, bir selâm vapura atlar, açığa oturup çayımı söylerken karşımda birisi ya da birileri bana gülümseyerek selâm veriyor. İçimizde birbirimizle karşılaşmanın verdiği sevinçle gene aynı terane sohbet muhabbet, çay kahkaha geçerdik Üsküdar’a…
Veya Bâbıâli yokuşunu Sirkeci’den Türk Ocağı’nın köşesine kadar tırmanır yahut tam tersi olur aşağıya yürürdük. Sağa sola selâm vermekten, her rastladığımızla iki dakika olsun ayaküstü konuşmaktan benim için hiç bitmeyen o yolda ise tartışır, fikir alış verişinde bulunur, eski anıları anlatırdık. Ben her seferinde ille de taksiye binelim yahut tramvay ile gidelim diye söylenirdim. Karşılığında sağlıklı yaşamak için yürüyüşün faydaları üzerine iki saat nasihat dinlerdim. İyi de milletin on dakikada çıktığı yokuşu biz meşhur inkıtalarımız yüzünden bir saatte çıkıyorduk. Bunun yazın öğlen sıcağı, kışın ise yağmuru çamuru vardı. Bahar yağmurlarında ise toprak mis gibi kokardı. O zaman fark ederdik o güzelliği ayaklarımızla çiğnediğimizi ve durur derin derin toprağın kokusunu içimize çekerdik. Ruhumuzu bir sevinç kaplar, sanki bir anda on yaş gençleşirdik. Bu sefer adımlarımızı yavaşlatır öyle yürürdük. Her seferinde Allahın rahmetinin üstüne yağması için türbesinin açık yapılmasını vasiyet eden ve türbe çatısı açık olan tek padişah Sultan II. Murat’ı rahmetle anardık…
Biz böyle her yer de her zaman karşılaşan kocaman bir gruptuk. Kimimiz senden büyük kimimiz senden küçük. Hatta yirmi otuz yaş büyük veya küçükler vardı. Ama her zaman başımızda sen vardın. Arkadaştın, kardeştin, ağabeydin, dosttun, patrondun…
Ölüm… Hepimiz için kaçınılmaz son… Hayatın içinde koştururken her zaman ayaklarımızla çiğnediğimiz, ama bizi er geç koynuna alıp saklayacak olan ise toprak… Yalan ve yılan dolu hayatın tek gerçeği budur. Ölüm nerde ve nasıl gelecek hiç birimiz bilmiyoruz. Ya ev de huzur ile yatakta, ya dağ başında şehit düşerek, ya benim gibi tahmini bir tarihi bilip başını eğip bekleyerek, ya da aniden hiç beklenmedik bir an da bir trafik kazasında… “ Bir namazlık saltanatımız olacak o musalla taşında…”
Yazı hayatıma verdiğim mecburî arayı bu yazıyla bitirmemeliydim. Yine biz hep beraber olmalıydık. Gazetede güle oynaya hatta arada bir tartışarak çalışmalıydık. Hep omuz omuza, yan yana ayrılmaz, ayrılamaz iki dost, iki arkadaş, iki kardeş olarak mücadele etmeliydik bu yalan ve yılan dolu hayatla… Ben hep bu hayallerle aylarca yaşadım. Sen beni hiç yalnız bırakmadın. Her zaman bana inandın ve güvendin… Ama ben seni toprağın kucağına emanet edip saklamaya gelemedim. İzin vermediler… “Kaldıramazsın sen, çok zayıfsın, eskisi gibi değilsin artık” dediler… Bağışla beni Kemal Bey… Haberini aldığım andan beri aklımdan hiç çıkmadığın gibi her yağmur yağdığında camı açıp toprağın kokusunu dinliyorum. Geçen gün pencerenin önüne senin hatırana Özcan Beyimle bir çınar fidanı diktik. Allah bize ömür verdiğince her fidan dikme mevsiminde senin adına bir fidan dikeceğiz… Özcan Beyim sık sık gazeteye gidiyor, çocukları yalnız bırakmıyor. Malum nedenden ben gidemiyorum. Daha doğrusu evden hiç çıkamıyorum. Hep istirahat ediyorum ve bekliyorum. Sen hep ne derdin? “Bizim sermayemiz beklemek ve yürümek, servetimiz ise namus ve şerefimizdir.”
Yandığım da bu ya… Sermayeye kurban gittin… Yürürken… Bir an geldi… O an… Senin için bu dünyanın sonu oldu…
Nur için de yat…
Seni şimdiden çok özledim daha çoook özleyeceğim…