İnsan toplumsal bir varlık, ancak birey olarak bazen toplumsallıktan uzaklaşıp (veya uzaklaştırılıp) toplumun dışında kalabiliyor, yani bir nevi kendini soyutluyor. Bunu bazen maddî olarak bazen de ruhî olarak yapıyor; yani ya diğer insanlardan tamamen kendisini ayırıyor, münzevî bir hayatı tercih ediyor veya insanların içinde kendisini ruhen ayrı hissediyor. Buna yalnızlık diyoruz.
“Künc-i vahdette rakibâ bizi yalnız sanman
Yâr eğer sende yatursa elemi bizde yatur”
(Ey rakîb vahdet köşesinde bizi yalnız sanmayın
eğer yâr sende yatıyorsa elemi bizde yatıyor)
Bağdatlı Rûhi
Dilimizdeki “yalın” kelimesinden türeyen “yalnız” etrafından, insanlardan soyutlanmış kişi demekken “yalnızlık” da insanın yalın halini ifade ediyor.
Kimi zaman dünyanın en tatlı ve huzurlu hali olarak addederiz yalnızlığı. Zira bizim kendimizle baş başa kaldığımız bu an, bize geçmişteki birçok güzel hatırayı yaşatırken bazen de bu sessizlik, kimsesizlik anımızda geleceğe dair tasavvurlarımızı, tahayyüllerimizi ortaya koyar, onlarla meşgul oluruz. Yalnızlık kimi zaman da (belki de çoğu zaman) en çok şikâyet ettiğimiz hal oluyor ve “beni bu yalnızlık öldürecek” diye feryat ediyoruz. Kurtulmanın çarelerini arayıp dolanırken farkında olmadan daha da derinlerine düşebiliyoruz bu dipsiz kuyunun. Nefesimizin kesildiği, çaresiz kaldığımız anlarda karşımıza bir de vicdan muhasebesi çıkıyor, o zaman üzerimizdeki ağırlık, içimizdeki sıkıntı kat-be-kat artıyor.
İşte böyle zamanlarda ya yollara vuruyoruz kendimizi, alıp başımızı diyar diyar dolaşıyoruz bir dost bulmak ümidiyle; yahut da kadehlere sarılıyoruz derman olur zannıyla… Aslında bir kaçışken yalnızlık, hep arayışı doğuruyor neticede. İşte böyle durumlarda kâğıda kaleme sarılıyoruz bazen:
“Bilirim yalnızlık üşütür insanı
Kalp daima sevecek birini arar” (Necati Cumalı)
Şairin mısralarındaki bu arayış sadece sevgi ihtiyacını değil yalnızlığımıza bir son vermek ihtiyacını da içermiyor mu? Zira bazı durumlarda “bir tatlı huzur” olarak kabul etsek de çoğu zaman yalnızlığın içimizi üşüttüğünü, boşalttığını hissederiz ve hemen bir sevgili, bir dost veya en azından bir nefes ararız. Bunu Orhan Veli’nin “Yalnızlık” adlı şiirinde daha bariz bir biçimde görüyoruz. Orhan Veli yalnızlığın nasıl korkutucu bir şey olduğunu çok sert bir şekilde yüzümüze çarpmaktadır mısralarında:
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle,
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler”
“İnsan doğarken de ölürken de yalnızdır.” demişti bir ahbabım. Acaba doğarken attığımız çığlıklar yalnız olarak geldiğimiz dünyada sesimize ses bulmak, “Ben buradayım, siz neredesiniz?” demek için midir veyahut ölümümüzde arkamızdan ağlayanlar bize “Merak etmeyin yalnız değilsiniz!” mi diyor?
Sonuçta ne kadar uğraşırsak uğraşalım kurtulamıyoruz yalnızlıktan ve onunla baş başa kalıyoruz.
Murathan Mungan şöyle diyor:
“Tükenir sevdiklerin
Tükenir beklediklerin
Bir sen kalırsın
Bir de yalnızlık”
“Dost Dosttan Ayrılmayınca…”
Aziz dostlarım Temmuz ayında çok sevdiğim iki dostumu kaybettim. Şimdi biraz daha yalnızım...
İstanbul Âşığı Ela Kurt:
Temmuz ayı başında bir duruşma için Afyon’a giderken trafik kazası geçiren ve yaralanan sevgili şair dostum Ela Kurt’u (1979-2008) 6 Temmuzda kaybettik. Ela Hanımla bundan 4-5 beş yıl önce İsmet (Bozdağ) Hocamda karşılaşmış ve tanışmıştık. Çok cana yakın, sevecen, açık sözlü ve her zaman güleç birisiydi. Şiirler yazıyordu. Zamanla dostluk başladı aramızda. Ara sıra okur değerlendirirdik. Avukattı kendisi fakat sanatkâr kimliği daha ön plandaydı. Zaten kendisi de “kazara avukat olduğunu” söylerdi. Zira müzisyendi aynı zamanda. Daha çocukluğundan itibaren TRT’de önce çocuk korosunda, sonra gençlik korosunda görev almış, bir süre de TRT’de akitli sanatçı olarak çalışmıştı. İstanbul’a geldiğinde de sanat dünyasıyla hemen kaynaşmış, İTÜ Devlet Konservatuarında bestekâr Prof. Dr. Selahattin İçli’den (1923-2006) yüksek lisans eğitimine başlamıştı. Selahattin beyin vefatına çok üzülmüştü.
İstanbul’a âdeta âşık olan Ela’yla ne zaman karşılaşsak konu hemen İstanbul ve şiir olurdu. Son zamanlarda İstanbul’u fotoğraflamaya da başlamıştı. Bazen akşama doğru, güneş ufka süzülürken onu elinde fotoğraf makinesiyle Boğaza giderken görürdüm.
En son Ela, İsmet Hocam ve ben bir yemeğe gitmiş, onun çok sevdiği bir mekânda yemek yemiş, daha sonra da evinde bize çay ikram etmiş, piyanosuyla, tamburuyla şarkılar çalıp söylemişti. Son şiir kitabı Firarî’nin müsveddelerini okumuş ve üzerinde konuşmuştuk. Basılmadan önce kontrol edebileceğimi söylemiştim fakat kısmet olmadı, bir daha görüşemedik. O şiirinin kanatlarına takılıp gitti.
Mekânı cennet olsun…
Ah Benim Maria Ablam…
Ağustos ayı başında hocam Halil Beye uğramıştım. Halil Bey, Maria Ablanın (Maria T. Nyiri 1943-2008) vefat ettiğini söylediğinde boğazımda kelimelerin düğümlendiğini, göğsümün sıkıştığını, gözlerime yaşların hücum ettiğini hissettim.
Maria Ablayla 1990’lı yıllarda tanışmıştık. Macaristanlıydı Maria Abla, İstanbul’a da bir kongre veya sempozyum için gelmişti. Aramızda bir dostluk oluştu. Zamanla benim hep özlemini çektiğim, olmasını istediğim ablam olmuştu. İstanbul’a her gelişinde, hatta gelmeden birkaç gün önce haber verir, bir isteğim olup olmadığını sorardı. Kendisi Türkologdu. Türkolojiyi Macaristan’da 40 yaşından sonra bitirmiş, oldukça gayretli birisiydi. Cumhuriyet dönemi ve bilhassa Atatürk dönemi Türk-Macar ilişkileri üzerinde çalışmalar yapıyor, bununla ilgili seminerlere, sempozyumlara, kongrelere katılıyor bildiriler sunuyordu. Türk dünyasının Azerbaycan’dan Sibirya’ya kadar birçok yerini gezmiş, oralarda araştırmalar yapmış, toplantılara katılmış, Moğolistan’da Orhun Abidelerini ziyaret etmişti.
2002 yılında göğüs kanseri olan Maria Abla, o tarihe kadar hemen hemen her yıl bir kere geldiği ve çok sevdiği İstanbul’a uzunca bir süre -kendi tabiriyle bir yüzyıldan daha fazla- gelememişti. Bu arada hep telefonla haberleştik. Ağır bir ameliyat geçirmiş ve uzunca süren bir tedavi sonunda hastalığı büyük ölçüde yenmişti. Ara sıra kontrollere gidiyor, tedavisi devam ediyordu. 2005 yılında “benim iyi kocam” dediği eşini kaybetmişti. Kocası onun en büyük destekçisiydi.
Maria Ablayla en son 2007 yılın Aralık ayında İstanbul’a geldiğinde görüştük. Macaristan’a döndüğünde de sürekli telefonlaştık. İstanbul’da çalışmaları için aldığı belgelerin ve orada yaptığı çalışmaların birer nüshasıyla bana lâzım olan kitapları gönderdi. Galiba Haziran ayı içindeydi, bana e-posta ile bazı yazılar göndermiş, ben de aldığımı söylemek ve hal hatır sormak için telefon etmiştim. “İyiyim, fakat biraz yoruldum, ancak yine de çalışmak lâzım.” demişti. Sonbaharda Türkiye’ye gelmeyi planlıyordu. Sanırım Kasım ayı içinde Sırbistan’a bir sempozyuma katılacaktı, onun hazırlıklarını yapıyordu. Elindeki son çalışma 1890’lı yıllarda Budapeşte’de elçilik yapmış olan Feridun Bey ile ilgiliydi. Yapabildiği kadarını bana da göndermişti. İnşallah önümüzdeki günlerde Maria Ablanın çalışmalarını düzenleyip yayınlayacağım.
Maria Ablamı 20 Temmuzda kaybettik.
Mekânın cennet olsun benim Maria (Meryem) Ablam…