Türklerin unuttuğu, toplumsal hafızasından adeta sildikleri sorun, diaspora tarafından tarihsel gerçeklikten koparılıp, yalanla yoğrulup yeniden kurgulanarak aktarıldığı her kuşakta kin katsayısının geometrik artışına yol açtı. Gerek Ermenistan’da gerekse diyasporada yaşanılan her türlü olumsuzluğun nedeni gösterilmesiyle, ortalama Ermeni algısında Türk imajı her türlü kötülüğün ve olumsuzluğun simgesine dönüştü.
Osmanlı’nın çöküş sürecinde Çarlık Rusya’sının, Batının, ABD’nin üç cepheden kışkırtması ve yönlendirmesiyle Osmanlı’nın uyumlu tebaası Ermenilerde oluşturulan etnik bilinç kısa sürede ayrılıkçı taleplerle ortaya çıktı.
19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan yerel ayaklanmalar Birinci Dünya Savaşı’nda toplu kalkışmaya dönüştü. Rus cephesinde orduyu arkadan vuran, ikmal yollarını kesen, bir kısmı da Çarlık orduları safında, uyruğu olduğu Osmanlı’ya karşı çarpışan Taşnak çetelerine ve isyancılara karşı 1915 yılında tehcir (zorunlu göç) uygulamasına başvuruldu. Birinci Dünya Savaşı süresince ve sonrasında, 1922’ye kadar, tehcirden sorumlu tuttukları İttihatçı önderlere ve yöneticilere yönelik Taşnak terör kampanyasında ikisi başbakan olmak üzere onlarca kişi katledildi.
Emperyal güçlerin yaratıp, etnopolitik bir hüviyete dönüştürerek yönlendirdikleri Ermeni sorununun başlangıcından Kurtuluş Savaşı zaferiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadarki evresini BİRİNCİ DALGA olarak adlandırmaktayız.
Türklerin unuttuğu, toplumsal hafızasından adeta sildikleri sorun, diaspora tarafından tarihsel gerçeklikten koparılıp, yalanla yoğrulup yeniden kurgulanarak aktarıldığı her kuşakta kin katsayısının geometrik artışına yol açtı. Gerek Ermenistan’da gerekse diyasporada yaşanılan her türlü olumsuzluğun nedeni gösterilmesiyle, ortalama Ermeni algısında Türk imajı her türlü kötülüğün ve olumsuzluğun simgesine dönüştü.
Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında düğmeye yeniden basılmasıyla 1974’ten 1983 Paris Orly Havaalanı katliamına kadar geçen süreçte kırka yakın Türk diplomatı katledildi. Taşnak terör geleneğinin mirasçısı Asala ve Ermeni Soykırımının Adalet Komandoları tarafından gerçekleştirilen suikast ve saldırı kampanyası İKİNCİ DALGA olarak adlandırılmalıdır.
Ortada bir cinayet varsa doğal olan faillerinin bulunup yargılanması, adalet önünde hesabının sorulmasıdır. Asala suikastlarında bunun tam tersi oldu. Her suikastın ardından canilerin mitolojik kahramanlar olarak kutsandığı, savunmasızca katledilenlerin ise öldürülmeyi bin kez hak etmiş lanetli bir geçmişin kötülük simgeleri olarak dünya kamuoyuna yansıtıldığı bir süreç yaşandı. Her cinayet sonrasında yenileri için canileri yüreklendiren medya kampanyaları maktullerin ikinci kez infazı olarak da tanımlanabilir. Yine her cinayetin ardından, evlatları katledilen Türk ulusundan ve Türkiye Cumhuriyeti’nden işlemediği, sorumlusu olmadığı bir soykırımın faili olarak özeleştiri vererek samimi itirafta bulunması istendi!
İçinden geçtiğimiz süreç halen yaşanılan ÜÇÜNCÜ DALGA’dır. Üçüncü dalga bombaların atılmadığı, kurşunların sıkılmadığı, büyükelçiliklerin basılmadığı bir evredir. Üçüncü dalgada işler politik platformlarda, parlamentolarda halledilmektedir! Günün birinde dost, müttefik devletin seçkin parlamenterlerinden biri veya birkaçı bir teklif hazırlamakta, parmaklar kalkmakta, Türklerin soykırım yaptığı, Ermeni soykırımının sorumlusu olduklarına ilişkin yasa süreç sonunda onaylanmakta ve yürürlüğe girmektedir! Türkiye Cumhuriyeti’nin tepkisinin geçiciliğini sınama yanılma yöntemiyle iyi bilen sıradaki müttefik devlet de benzer bir yöntemle soykırımcılığımızı (!) tescilleyen yasayı parlamentolarından kaşla göz arasında geçirivermektedir.
Bu şekilde yirminin üzerindeki dost ve müttefik devletin meclislerinden geçirdikleri yasalarla amaçlanan nedir? Adeta psikiyatrist muayenehanesinde yatar koltuğa uzatılmış hasta muamelesi yapılan Türkiye’den ne istenmektedir? Yanıt basittir: Öncelikle Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin suçlamayı kabul etmesini, diz çökmesini, sonrasında soykırımcılık itirafının gereğini yerine getirmesini istemektedirler! Diz çöktürülecek, direnci kırılacak Türkiye’ye, ruhunun huzur bulması, rahatlaması, batı tarafından sırtının sıvanması, kutsanması için istenilenleri vermesi fısıldanmaktadır. Soykırımcı olduğunu kabul erdemini göstermiş Türkiye’nin siyasal sınırlarını daraltarak Ermenistan’a vereceği tazminat ve toprak gibi jestlerle sorunun kapanacağı, baş ağrısından kurtulacağı telkin edilmektedir!
Emperyalistler, dayatmaların, parlamentolarından geçirdikleri yasaların günümüz Türkiye’sini idare edenler üzerindeki olumlu etkilerini memnuniyetle gözlemekle birlikte bunun yeterli olmadığını bilmektedirler. Yine Türk halkının milli duyarlılığı, direnci, soykırım suçlamasını red psikolojisi değişmeden günümüz Türkiye’sini idare edenlerin içtenlikle kabullenmeleri durumunda bile istenileni vermekte zorlanacaklarının bilincindedirler! Bunun için içeride diaspora tezlerinin kabul edileceği bir toplumsal iklim yaratılmasının, meşruiyet alanı oluşturulmasının, böylece sorunun içselleştirilmesinin üzerinde çalışmaktadırlar.
Emperyalizm diaspora tezlerinin içselleştirilmesinde Türkiyeli müttefiklerinin ciddi sorumluluklar üstlendiğini, büyük bir özveriyle çalıştıklarını memnuniyetle izlemektedir. Türkiyeli sermaye, Türkiyeli medya, Türkiyeli aydınlar, Türkiyeli akademisyenler dışarıdaki oyun kurucuların kendilerine verdikleri rolü büyük bir yetenekle oynamaktadırlar.
Batının konuya yaklaşımının ve diaspora söylemlerinin Türk kamuoyuna mal edilmesine, içselleştirilmesine yönelik kampanyalara 2005 yılı başlarında hız verildi. 2005 yılının özellikle Nisan ayından itibaren yoğunlaşan medya kampanyalarıyla halkımıza en azından tevil yollu da olsa soykırımı kabullenmekten başka çare kalmadığı düşüncesi aşılanmaya başlandı. 22 Nisan – 2 Mayıs 2005 tarihleri arasında Doğan ve Sabah grubu medyasında yaptığımız tarama sonucu kaleme aldığımız “Soykırım Masalı Damardan Nasıl Şırıngalanır” makalesi okurlarımıza üç yıl öncesinin ilginç bir fotoğrafını verecektir. 24 Nisan öncesinden başlayıp 10 günü aşkın bir süre devam eden incelememizde kalem namusuna sahip bazı istisnalar dışında, bu gurupların gazetelerinde gerek haber politikası açısından, gerek makaleler ve köşe yazıları açısından olsun diaspora tezlerine yakınlık gösterilmiştir.
Dışarıya eklemlenmiş tekelci sermaye medyasının çabalarına koşut olarak aynı dönemde bazı üniversiteler, diaspora tezlerine akademik bir meşruiyet alanı yaratma çabasına giriştiler. 25 Mayıs 2005’te Boğaziçi Üniversite’sinde yapılması planlanan, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferans İstanbul 4. İdare Mahkemesi’ne yapılan başvuru sonucu iptal edilmişti. Dönemin Adalet Bakanı’nın idari yargının iptal kararına karşı beyanları ve konferansçılara yol gösteren önerileri gazete arşivlerindedir. Dönemin Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’ün,“O toplantı yapılacak” açıklaması Hürriyet gazetesinin ilk sayfasından kamuoyuna yansımıştı! O konferans bakanın dediği gibi 23-25 Eylül 2005 tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere yerleşkesinde yapıldı. Konferans Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversitesi rektörlerinin konuşmalarıyla açıldı!
Konferansın fikir babasının Paris Üniversitesi öğretim üyelerinden İstanbullu Rum Prof. Dr. Stefanos Yerasimos olduğunu Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Halil Berktay açıkladı: “Stefan bana 2000 yılında Ermeni soykırım konusunu artık Türkiye’de resmi görüşün dışında anlatmanın zamanı geldi. Bunun için büyük bir konferans düzenleyelim, soykırımı tartışalım dedi. Stefan’ın anısı önünde saygıyla eğiliyorum.” (1)
Soykırım, katliam, kıyım, toplu öldürmeler gibi nüans farklarıyla diaspora tezlerinin dillendirildiği, karşıt hiçbir görüş sahibinin çağrılmadığı konferansa yabancı basın mensupları yoğun ilgi gösterdi. Sözün burasında konferansı baştan sona izleyen gazeteci, siyaset bilimci Gürbüz Evren’den bir alıntı yapalım: “Yurtdışından gelen konuşmacıların Amerikan aksanıyla Türkçe konuşmaları ise konferansın bir başka özelliği oldu. Konferansı sadece yabancı gazeteciler değil, başta İsveç’ in İstanbul Başkonsolosu Karlsson olmak üzere bazı yabancı diplomatlar da izledi. Özellikle yabancı gazeteciler sık sık kulislere çıkıp, merkezleriyle telefon bağlantısı kurarak, konferansta Ermeni soykırımının kabul edildiğini, Türk akademisyenlerin resmi görüşe karşı çıktığını, Türkiye’de artık yeni bir dönemin başladığını bildiren haberler geçtiklerine, yorumlar yaptıklarına şahit oldukça, konferansın hedefine ulaştığını ve istenilen mesajın verildiğini anladım.” (2)
Türklerin diaspora tezlerine karşı kolektif direncinin, tarih bilincinin, duyarlılıklarının aşındırılması anlamında Berlin duvarının yıkılmasına benzetilen konferanstan bu yana 3 yıl geçti. Üç yıllık süreçteki başarıları açısından Türkiyeli sermayenin, Türkiyeli medyanın, Türkiyeli akademisyenlerin, Türkiyeli aydınların karne notu on üzerinden ondur! Küresel sermayenin buyruğu büyük bir sorumluluk ve başarıyla yerine getirilmiş, Atatürk’ün koltuğunda oturan kişinin rahatça, kamuoyundan çekinmeksizin Erivan’a maça gidebileceği bir iklim yaratılmıştır.
TÜSİAD’ın Abdullah Gül’ün Türkiye – Ermenistan milli takımları arasında Erivan’da yapılacak maçı izlemek üzere Ermenistan Cumhurbaşkanınca yapılan çağrıyı kabul edip gitmesini hararetle destekleyen 2 Eylül 2008 tarihli yazılı açıklaması : “Bu adımın, devlet olarak tanıdığımız, ancak diplomatik ilişkiye sahip olmadığımız, sınır kapımızın kapalı olduğu Ermenistan ile ilişkilerimizin normalleşmesine, karşılıklı bir diyalog anlayışının yerleşmesine ve mevcut sorunların soğukkanlı ve akılcı bir şekilde çözümüne katkı sağlayacağına inanıyoruz.” cümleleriyle son buluyor. ABD Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı Matthew Bryza açıklamasında: “ABD Gül’ün Erivan’a gitme kararını memnuniyetle karşılamaktadır. Bu olumlu sürecin güçlenerek, Dağlık Karabağ sorununa Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözüm sağlayacak ve uluslar arası hukuk ve diplomasiyi de içine alan bir siyasi uzlaşıya dönüşmesini bekliyoruz” şeklindeki yaklaşımına paralel olarak AB yetkililerince yapılan açıklamada ifade edilen: “Gül’ün ziyareti, hem sembolik değeri çok yüksek olan hem de ilişkilere yeni bir boyut katma potansiyeline sahip bir adım. Ziyaretin, Kafkaslar’da gerginliğin dorukta olduğu bir dönemde yapılıyor olması da dikkat çekici” sözleri gerçekten de dikkat çekici! ABD ve AB’nin Abdullah Gül’ü cesaretlendirici, teşvik edici beyanlarıyla TÜSİAD’ın yaklaşımlarının ilginç biçimde örtüşmesi, zahirdeki Türkiye-Ermenistan maçı dışında, daha büyük maçların oyun kurucularının eş zamanlı olarak harekete geçtiklerini göstermektedir!
Küresel sermaye ile içerdeki müttefikinin medya ayağı da üzerine düşeni eksiksiz yapmaktadır. Birkaç örnek verelim hemen: 4 Eylül tarihli Milliyet’te Hasan Cemal’in köşe yazısının başlığı: Yaşanan tüm acıların anısına bir dakikalık saygı duruşu! Maçı izlemeye Erivan’a uçan yazarın makalesinin son paragrafını alıntılayalım: Ermenilerin, Türklerin geçmişte yaşadıkları acıları, ortak tarihimizin acı yüklü trajik sayfalarının anısına bir dakikalık saygı duruşu yapılamaz mı diye düşünüyorum maç başlarken… İstanbul’da yaşayan Ermeni bir arkadaşım dün bana şöyle dedi: “Böyle bir tarihi jest yaşansa, her halde stadın yarısı gözyaşlarını tutamaz.” Hasan Cemal maç günü 6 Eylül tarihli makalesinin başlığı; Sevgili Hırant’la Soykırım Anıtı’ında baş başa… Gelin Önce Birbirimizin acılarına saygı gösterelim! İlk paragrafı alıntılayalım: “Anımsıyorum. Hırant Dink bir keresinde, “Gelin birbirimizin acılarına saygı gösterelim” demişti. Belki de sevgili Hırant’ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, bunca yıl sonra hayatımda ilk kez beni Ermenistan’a getiren ve Erivan’da bir sabah vakti gün doğarken SOYKIRIM ANITI önünde bana duygu fırtınası yaşatan… Sabahın tertemiz sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkâr etmenin anlamsızlığını, ama aynı zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri düşündüm, Hırant’la birlikte… Ve çok uzaklarda dayımın sesi: “Kökler kaybolmaz oğlum!” Dayım Çerkes, Gabardey’di.”
Hasan Cemal 7 Eylül tarihli maç sonrası kaleme aldığı yazısında; “Cumhurbaşkanı Gül ve Cumhurbaşkanı, Sarkisyan gelinen noktayı “iyi bir başlangıç” olarak nitelerken, bir “diyalog süreci” açıldığını, bundan sonrasının da geleceğini belirttiler. Gül umutlu olduğunu söyledi; bu günden yarına çok şey beklemediklerini, gerçekçi olduklarını, ama bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, iki ülkeyi iyi bir geleceğin beklediğini sözlerine ekledi. Cumhurbaşkanı Sarkisyan’a bundan sonraki aşamada somut olarak ne beklediğini sordum. Hiç duraksamadan iki noktayı belirtti: “Sınırların açılması, diplomatik ilişkilerin kurulması...” Hasan Cemal yazısında asıl vermek istediklerini sonraya saklamış: “Ermeni soykırımı” olmadığını düşünen bir Ermeni’ye rastlayamazsınız. Ama Türkiye’yle ilişki için bu konuyu bir ön koşul olarak öne sürerseniz, olmaz. Arabayı atın önüne koymak olur bu. Ama eğer bunun gibi Türkiye’de; “Önce soykırımı gündemden çıkarın!” diye bir koşulla sahneye gelirse, bu da işi yokuşa sürmektir. Onun için, önkoşulları sonraya bırakıp Türkiye’yle Ermenistan arasında diyalog ve normalleşme kapısını bir an önce açmak gerekiyor.” Yazana değil yazdırana bak çerçevesinde değerlendirildiğinde Hasan Cemal’in yazıları, üçüncü dalgada, küresel oyun kurucularınca, Türkiye’ye Ermeni konusundaki geleneksel kararlılığını terk etmesi için her türlü baskının yapılacağının işaretlerini taşımaktadır.
6 Eylül tarihli Milliyet’te Can Dündar “Gözün aydın Hırant! Bugün Ali Topu Agop’a atacak” başlıklı makalesinde Türk Ermeni sınırının kapalı olmasını bir türlü anlayamadığını yazıyor. Hürriyet’te 6 Eylüldeki yazısında Hadi Uluengin Abdullah Gül’ün ziyaretiyle birlikte hayati bir tabunun yıkılacağını, Türkiye Ermenistan ilişkilerinin normalleşebileceğini, Ankara’nın daha çok vazgeçilmezlik kazanacağı öngörüsünde olduğunu belirtiyor. Diaspora tribününe dönmüş sermaye medyasından alıntıları burada keselim artık.
Şimdi diaspora uzantılarınca yaratılan illüzyonun dışında gerçek durum için emekli diplomat Bilal Şimşir’e kulak verelim : “Sovyetler Birliği’nin dağılış sürecinde Ermenistan bağımsızlığını ilan etmeden önce bir bağımsızlık bildirgesi yayımladı. Uzunca bir belgedir bu. Bu belgede, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ilişkin maddeler de yer aldı, örneğin, “Batı Ermenistan milli hedefimizdir” gibi. Batı Ermenistan dedikleri Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi… Dahası Türkiye’nin soykırımı tanıması vardı bildirgede… Aradan zaman geçti Ermenistan Anayasası kabul edildi ve anayasanın giriş bölümüne “Bağımsızlık bildirgesindeki ilkeler anayasa hükmündedir” ibaresi yerleştirildi. Yani, herhangi bir Ermeni hükümeti “Batı Ermenistan milli hedefimizdir” fikrinden cayarsa anayasayı çiğnemiş olacak…” (3)
Küresel emperyalizmin üçüncü dalgası Türk ulusunun geçmişten geleceğe taşıdığı derin bilinçaltına yönelmekte, tarih bilincini, milli hafızayı, kolektif duyarlılığı örselemekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsmaktadır. Sermayesi gayrı millileşmiş, ekonomik varlıkları özelleştirme adı altında kamusal olmaktan çıkarılmış bir ülkede yaşayanları millete dönüştüren kimyanın bozulacağı, ulus bilincinin kaybolacağı, insanların birbirine yabancılaşıp sürüleşeceği bilimsel bir gerçektir.
İyi düşünüldüğünde ortada saha komiserinden hakemine, medyasından amigosuna, tribün kalabalığına kadar oyun kurucularının belirlediği tek kale bir maç olduğu anlaşılacaktır. Gol yiyenin, yenilgiye, küme düşmeye programlananın kim olduğu da apaçık ortadadır. Üçüncü dalganın hedefinde kim varsa, maçtan onun mağlup ayrılması, küme düşmesi için kural dışı her şey, göz önünde utanmazca, arsızca yapılmaktadır!
1-2 ) Gürbüz Evren –Lütfen Uyanın Son Celse Türkiye
Ermeni Soykırımı Suçlusu İlan Edilecek - Güncel Yayıncılık
3) Işık Kansu – 6 Eylül 2008 Cumhuriyet Gazetesi