Önce, dikkat edildiğinden her millet gibi Çinli yazarlar da kendileri için bir düşman, öteki olan Türklerden asla bahsetmiyorlar. Bu da madalyonun diğer yüzünü bilmeyenler için bir "Çin şövalyeliği" olarak yer ediyor zihinlere. İkinci olarak Çinliler, Türk tarihini de ilgilendiren gerçeklikten yola çıkarak harikuladelikler yaratabiliyorlar ve insanlarımız tarih bilincini bir yana bırakın lise tarih bilgisinden mahrum oldukları için bu filmleri sadece bir “eğlence işi” veya sanatsal bir etkinlik olarak değerlendiriyorlar.
ÜÇ HANEDAN: EJDERİN DİRİLİŞİ (Three Kingdoms: Resurrection of the Dragon - Yönetmen: Daniel Lee) isminden anlaşıldığı gibi, kendilerine has komünist sistemleri içinde ciddi bir “ulusalcı uyanış” yaşayan Çin entelektüelleri ve sanatçılarının son on yıllar içinde ortaya koydukları “evrensel soslu” ama “ulusal özlü” filmlerden biri. İlk çağlardan seçilen hikâyelerler, güya suya sabuna dokunmuyormuş havasına karşılık ciddi biçimde “ulusal kültür” tazelemesi yapıyor. “Tarih bilinci” oluşturma çabasının izlenebildiği filmler için, ister Çin’de ister dışarıda yaşıyor ve film çeviriyor olsunlar, Çinli sinemacılara saygıyla şapka çıkartmaktan başka ne yapılabilir?
Biz Türkler, bu filmleri deyim biraz sert kaçacak ama “ağzı açık ayran budalası gibi” izliyorken Çinli sanatçılar hem kendilerine dünya çapında pazar ve şöhret sağlıyor hem tarihlerine bir saygı duruşunda bulunuyorlar. Artı, sosyal dokularında yaşanabilecek muhtemel kırılma ve sadmelere karşı bir takım “arka planlar” oluşturuyorlar: Biz bunu daha önce yaşadık ve atlattık! Bu sefer de yenebiliriz! Sinema gibi pek çok insanla yapılan ve toplu biçimde tüketilen bir sanat için ne kadar büyük bir başarı!
Ejderin Dirilişi’nin olağanüstülüklerle dolu sahnelerini seyreden izleyiciler filmin uyduruk bir hikâye olduğunu düşünmemeliler. Filmin sahneleri her ne kadar gerçeküstü eylemlerle bezenmiş olsa da dayandığı tarihi gerçeklik apaçık anlatılıyor (Bizdeki bazı aklıevveller gibi mesela IV. Murat’ın kafasını dazlaklaştırıp, Moğol tarzı atkuyruğu ile tüy dikmiyorlar!)
Bu bağlamda film eleştirisi yapıyorum derken biraz tarih dersi veriyor gibi olacak ama (ki film tarihi birazcık bilenler için zaten ders gibiydi) şu satırları aktarmadan edemeyeceğim:
“Siyasi birliklerini kaybeden Hunlar Çin idaresi altında ve Çin halkı arasında varlıklarını koruyabildiler. 180 yılından itibaren Çin’de Han Sülalesi zayıfladı. Müteakiben 220 yılında Doğu Han Hanedanlığı yıkıldı. Generallerin ve nüfuzlu prenslerin mücadelesi sonucunda Çin topraklarında 3 yeni devlet kuruldu; Wei, Shu, Wu devletleri. Bu devletler de birbirleriyle çekişmekten fazla bir şey yapamadılar ve 265 yılında Çin otoritesi tamamen dağıldı. "16 Devlet dönemi" adı verilen bu dönemde Hun, Moğol ve Tibet kabileleri Çin’e girerek bağımsız devletler kurdular. Bu durum 439 yılında hâkimiyetin ‘Tabgaç’lara geçmesiyle son bulmuştur. Güney Hun kabile başbuğları, MS. 220’yi takip eden yıllarda bütün Kuzey Çin’i Türk hâkimiyeti altına almayı başardılar. Bunu sağlayan kuvvet Şansi bölgesine yerleşmiş olan 19 Hun kabilesiydi. Kalabalık olan bu Türk kitlesi milli benliklerini koruyor ve eski Tanhu ailesinden gelenlere karşı saygı besliyordu. Bu 19 kabileden biri Tabgaç biri de büyük Tanhu Motun’un (Mete Han, C.Ç) kabilesi olan Tu-ku kabilesidir.
Hunların başbuğu eski Şanyüler sülalesinden gelen Liu Yüan, IV. yüzyıl başlarından dikkat çekici bir siyasi kavrayışa sahip olduğunu gösterdi. 500 yıl önceki atalarının Çin’deki Han Sülalesi ile olan dostluk, akrabalık ve kardeşliklerini ileri sürerek Kuzey Çin’de kendi hâkimiyetini kurmayı başardı. Çin başkenti Lo-Yang’ı zapt etti. Siyasi bağımsızlık şuuru Liu Yüan’dan sonra oğlu ve diğer yönetici başbuğ aileleri tarafından devam ettirildi. Aynı şuur Tabgaç’ların 439’da yıktığı son Hun devleti Kuzey Liang topraklarından kaçarak kurtulan Türk Aşina ailesinin temsil ettiği büyük Gök-Türk hakanlığına ulaştı.” (Gülçin Çandar, İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü, Sayfa: 24, 25; TDAV Yayını, İstanbul 2003 .)
Şimdi de filmin tanıtım bülteninden bir bölüm aktarıyorum. “Bu destansı film, Çin kültürü üzerinde asırlardır derin bir etkisi olan, çok sayıda çeviri, çizgi roman ve video oyunu olarak tezahür edip dünyanın geri kısmını cezbetmeye devam eden Çin’in en mükemmel klasik dört romanından biri olan 600 yıllık yarı kurgu roman “Romance of the Three Kingdoms”dan uyarlandı. Bu 14’üncü yüzyıl başyapıtı Çin tarihinin en karanlık dönemi olan M. S. 190 - 280 yıllarındaki eski Çin’deki olayları nakletmektedir. Sürekli savaşların ve karışıklığın olduğu bu devir aynı zamanda Çin şövalyeliğinin altın çağını temsil eden ve yalnızca kişisel güçleriyle ve başarılarıyla ilerleyerek Çin’in en şanlı meydan muharebelerinde savaşıp ülkenin en tanınmış kahramanları olan savaşçıların, yeni hiyerarşinin ortaya çıktığını gören bir devirdir.”
Yukarıdaki uzun alıntıları yapma sebebim şudur: Önce, dikkat edildiğinden her millet gibi Çinli yazarlar da kendileri için bir düşman, öteki olan Türklerden asla bahsetmiyorlar. Bu da madalyonun diğer yüzünü bilmeyenler için bir "Çin şövalyeliği" olarak yer ediyor zihinlere. İkinci olarak Çinliler, Türk tarihini de ilgilendiren gerçeklikten yola çıkarak harikuladelikler yaratabiliyorlar ve insanlarımız tarih bilincini bir yana bırakın lise tarih bilgisinden mahrum oldukları için bu filmleri sadece bir “eğlence işi” veya sanatsal bir etkinlik olarak değerlendiriyorlar. Bu ikisi yanlış değil ama tarih bilgisi ve bilinci olmadığı durumlarda feci derecede acıklı bir manzara arz ediyor. Ben bunu sık sık müşahede ediyor ve çok üzülüyorum!
Öte yandan kültür tarihi bilgisi olmayan hemen her seyirci, bu filmlerde kullanılan silahların gerçek bir savaşta hiç işe yarayamayacağını da anlayamaz. Bu bakımdan gerçek hayatta ancak "tören silahları" olarak bir kaç saatliğine taşınabilecek kadar büyük, hantal ve ağır silâhlarla yaratılan özel etkiler de başta tarih bilmeyen film eleştirmenleri olmak üzere tüm seyircileri büyülüyor! (Bazı okuyucularımın, 'Bırak da büyünün etkisinde kalsınlar sana ne?' dediklerini duyar gibi oluyorum.)
Bütün okuyucularıma yazdıklarımı test etmeleri için Ejderin Dirilişi’ni izlemelerini tavsiye ederim!
Kültürünü Yaşat Kend(t)ini Anlat Kısa Film Yarışması
Eski adı Saraybahçe olan İzmit Belediyesi’nce üç yıldan beri “Kültürünü yaşat ken-d/t-ini anlat...” ana teması etrafında, “Genç Yetenekler Kısa Film Yarışması” adı altında düzenlenen etkinliğin bu yıl dördüncüsü hayata geçirilecek. Geçen yıl beni jüriye davet ettiklerinde doğrusunu söylemek gerekirse pek de gönüllü olmamıştım ama sonuçta bir sinema etkinliğini yürüten bir ilçe belediyesi de olsa onu desteklemek gerektiğine karar vererek davete icabet etmiştim. Üçüncü etkinlik olmasına rağmen pek çok amatörlüğün renk kattığı yarışma ve İzmit’in sıcak atmosferini unutamamış olmalıyım ki, bu yıl İzmit Belediyesi’nin kültür işlerinden sorumlu hanımefendi yetkilisi Fikret Hanım, Belediye Başkanı Halil Vehbi Yenice adına beni yeniden arayınca hemen “Peki!” dedim.
Birkaç gün sonra İzmit Belediyesi’nin bir aracı ile İzmit’e gidip basın toplantısına katıldım. Başta güler yüzlü ve beyefendi karakterli Başkan H. V. Yenice olmak üzere güleç yüzlü belediye çalışanlarının katıldığı bir basın toplantısına iştirak ettim. Jüri üyelerinden yönetmen arkadaşım İsmail Güneş ve ben vardık... Mahalli gazetecilerin dikkatle dikkat ile takip ettiği toplantıda öğrendim ki, ilk jüride ben ve Güneş dışında yönetmen Ezel Akay, sanat yönetmeni Nejat Birecik, gazeteci Ali Murat Güven, benim gibi SİYAD üyesi olan Nihal Bengisu Karaca, oyuncu Volkan Karahasanoğlu, Kısa Filmciler Derneği Başkanı Oktay Güzeloğlu, Yrd. Doç. Dr. Nigar Posteki ve Psikolog Zümrüt Sevinç de bulunuyor.
Bu yıl ödüller ise 5 bin, 30 bin ve 2 bin YTL olarak belirlenmiş. Birinci olana aynı zamanda bir dijital kamera hediye edilecek.
Başkan Yenice, bu yarışmaya aslında bir kentlilik bilinci aurası oluşturmak için sanat yolunu kullanarak başladıklarını ama işin mahiyetinin giderek genişlediğini ve uluslararası boyuta ulaştığını anlattı. Geçen yılki yarışmaya 3 yabancı filmin katıldığını, bu sene bu miktarın daha da artmasını umduklarını ifade etti.
Geçen yılki toplantılarda da ifade ettiğim gibi bu tür etkinlikleri canı gönülden desteklediğimi burada da ifade etmeliyim. Türkiye, domates, karpuz, kiraz, sarımsak festivallerini giderek kültürel etkinliklere çeviriyor veya her ikisini bir arada yürütmeye çalışıyor. Geçmişte sanayi fuarlarında şarkıcı türkücülerin içkili gazinolarda yaptıkları programlar kültür sanat etkinliği zannediliyordu. Ülkede sanayi yoktu, okumuş insan sayısı azdı, teknoloji olmadığı için refah seviyesi düşüktü. Bu yüzden bugün hemen hemen her ilçede, her köyde ve kasabada sinema festivalleri düzenlenmesi 40 yıl önceki acı yoksulluğun yenildiğini göstermesi bakımından da önemli. Evet, refah seviyesi artıp, eğitim ve öğretim yaygınlaştıkça insanlarımız sanat ile daha çok uğraşıyorlar. Bu ümit verici, sevindirici bir durumdur. Keyfiyetin değil, kemiyetin arttığını gösterir. Yani bundan sonra işin içeriği ile ilgilenmek lazımdır. Bugün ülkemizde PKK terörü kadar tehlikeli ciddi kültürel sapmaların yarattığı “travmatik” bir takım “yapıntılar” piyasada boy göstermektedir. Bunlar pek çok festivallerce de ödüllendiriliyorlar. Aynı kültür sanat yaftalı “yapıntılar” yurtdışında da ödüllendirilmektedir. Buna bakarak, bunlar ne kadar güçlü, iyi ve doğru işlermiş ki bakın Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da veya İran’da, Mısır’da ödüllendirilmektedirler diye düşünmemek gerekiyor. Çünkü dağlarda olduğu gibi sanat dünyasının içinde de terörist ruhlu, asıl maksadını gizleyen insanlar bulunmaktadır. Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikelerden birisi tüm yurt sathına yayılan film festivallerinde bu tür yapıntıların ödül alarak mesnet bulmalarıdır...
Türk milletinin büyük bölümünün, genel olarak ülkenin zenginleşmesine rağmen zaruret içinde yaşadığını hepimiz biliyoruz. Onun için geçmişte bir yazımda dediğim gibi, “Bu fakir milletin paralarını çarçur etmeyelim!” Yani milletten topladığımız vergileri millet düşmanı, özünde terörist, sureta sanatçı kisveli kimselere kaptırmayalım.
Yarışmaya katılmak isteyenler için not: 0262 321 38 57 / kısa film@saraybahce.bel.tr