Sahaflar Çarşısının içinden geçip Beyazıt meydanına çıktığımda ter içinde kalmıştım. Sol tarafımdaki ağrının arttığını, nefesimin daha da sıklaştığını hissettiğimde hemen yakındaki büfeden bir şişe su alıp tepeme diktim, fakat ancak bir yudum içebildim. Şöyle kenarda oturup biraz dinleneyim dedim ve kendimi bir yere iliştirdim. Şişedeki suyla yüzümü, başımı ıslattım. Azıcık dinlendikten sonra kalkıp otobüs durağına doğru ağır adımlarla yürüdüm.
Sol tarafımda bir ağrı peyda oldu, dedim dostlarıma; göğsümde de sıkışmalar meydana geliyor, diye ekleyince hemen bir hastahaneye gitmem gerektiği söylendi. “Aman Allah korusun, bu günlerde kalp krizi aman vermiyor..” diyerek de teselli etmeyi ihmal etmediler. “Yok canım!..” demeye kalmadan öteden birisi daha atıldı: “Gençlerde hemen götürüyormuş kalp krizi..” Bu söz üzerine beni genç olarak kabul eden kişiye teşekkür mü etmeli, yoksa içime kurt düşürdüğü için kızmalı mıydım, bilemiyorum. Hemen yerimden doğruldum, çantamı sağ omzuma atarak selam verip orayı terk ettim. Sultanahmet’ten Beyazıt’a doğru yürürken neler neler geçmedi aklımdan. Geride oğul evlat yoktu ancak daha yapacak işlerim vardı, gerçi bekleyenim de yoktu.. Fakat…
Sahaflar Çarşısının içinden geçip Beyazıt meydanına çıktığımda ter içinde kalmıştım. Sol tarafımdaki ağrının arttığını, nefesimin daha da sıklaştığını hissettiğimde hemen yakındaki büfeden bir şişe su alıp tepeme diktim, fakat ancak bir yudum içebildim. Şöyle kenarda oturup biraz dinleneyim dedim ve kendimi bir yere iliştirdim. Şişedeki suyla yüzümü, başımı ıslattım. Azıcık dinlendikten sonra kalkıp otobüs durağına doğru ağır adımlarla yürüdüm. Durakta diğer yolcularla beraber sıraya girdim, fazla beklemedik, otobüsün de hareket saati gelmişti zaten, şoför bey kapıyı açtı ve sırayla binmeye başladık. Şoföre selam verip yürüdüm fakat şoförün bakışları beni rahatsız etti. Arkamdan baktığını hissettim, bir şey diyecekti galiba, demedi. Her halde durumum onun da dikkatini çekmiş olmalı, diye düşündüm. Her zaman oturduğum cam kenarındaki koltuk doluydu, bir arka sıradakine oturduğumda fark ettim ki, akbilimi basmayı unutmuşum. Usulca kalktım, gittim, şoför beyden özür dileyerek akbili bastım. Şoför bu defa konuştu: “Bugün çok dalgınsınız!” Sadece “Evet!..” diyebildim ve kendimi koltuğa âdeta attım. Eve geldiğimde her tarafım tutulmuştu, ılık bir duş aldıktan sonra uzandım, ne kadar uyuduğumu bilemiyorum fakat kalktığımda biraz dinlenmiştim.
Bu yaşadıklarımdan korkmadım fakat, argo tabirle ifade edersem, tırstım. Hemen bir hastahaneye gitmemi tavsiye edenler geldi aklıma ancak hastahanelerdeki o bunaltıcı hava, o kalabalık, o bürokratik işlemler beni bezdirdiğinden, değil hastahaneye gitmek önünden geçmek bile içimden gelmedi. O sebeple “Üşütmüşümdür, nasıl olsa geçer…” diye kendimi teselli etmeye ve şöyle “Bir de adam gibi, karbonat kokusu olmayan, bekleye bekleye zifti çıkmamış bir çay içersem keyfim yerine gelir…” ümidiyle mutfağa yöneldim lâkin kalkmamla sol yanımdaki sancıyı tekrar hissettim. Buna rağmen yine de çayı yaptım, fena da olmamıştı, kaç bardak içtiğimi hatırlamıyorum, ama rahmetli Özdal Orhon’un pırıl pırıl sesinden çıkan nağmelerle çayımı yudumlamak beni biraz rahatlatmıştı.
Ne diyordu bir şarkıda:
“Her akşam muhakkak tesadüfümüz
Yolumun üstünde yine sen varsın
Nedir bu neş’eyle gülümseyen yüz
Vefasız galiba çok bahtiyarsın”
Bu arada biraz da hüzün yayılmamış değildi yüzüme hani..
Aradan birkaç gün daha geçti. Bu ağrılardan etrafıma çok bahsetmiş olmayım ki, yakınlarım da ister istemez endişelendiler ve doktora gitmem için ısrar etmeye başladılar. Dediğim gibi hastahaneler beni “hasta” ettikleri için gitmemeyi tercih ederim. Gerçi rahmetli babaannemin sık sık söylediği ve sizlerin de bildiği bir sözü de unutmam. Şöyle derdi rahmetli babaannem hastahaneler için: “Allah oraya düşürmesin, yokluğunu da göstermesin.” En sonunda ısrarlara dayanamayıp (aslında biraz da korkmaya başladım bu kadar sözden sonra fakat “çaktırmıyorum” etrafa..) boş bir vaktimde sevk alıp büyük hastahanelere göre daha tenha olacağını düşündüğüm, tabii bir de bana en yakın olan bir hastahaneye, Şehzadebaşı’ndaki Kızılay Polikliniğine, gittim. Evrakları hazırlatıp doktoru beklemeye başladım. Gittiğimde öğle vaktiymiş, personel yemeğe gitmiş. Diğer hastalarla hemen sohbet başladı. Böyle yerlerde insanlar nedense daha çabuk kaynaşıyorlar. Bir amca hemen “Geçmiş olsun evlat, hayırdır inşallah…” dedi, ben de göğsümü göstererek “Şuramda bir ağrı var amca, onun için geldim..” dediğimde “Üşütmüşsündür, bak burada da klima çalışıyor, cereyanda kalmışsındır, geçer.. Siz gençsiniz bir şey olmaz.” dedi. Ben de ona sordum, “Sizin şikâyetiniz nedir amca?” Amca önce şöyle bir rahatlama vaziyeti alıp yönünü bana döndükten sonra başladı anlatmaya: “Taa yirmi sene önce benim de göğsümde bir sıkışma olduydu da işi gücü bırakıp gösteremediydim. Sonra on sene önce daha ağır bir sancı oldu, doktor kalbin tıkanmış dedi. Ameliyat ettiler, tam beş damar değişti. Şimdi de tansiyon var, böbrekler ağrıyor, kalbimde de damarlar mı eskimiş ne…” diye saymaya devam ederken görevli hanımlar geldi ve elimizdeki evrakları alarak kayıt yapmaya başladılar.
Benim kayıt işlemlerimi Merve adında bir hanım yaptı, diğer hususları Derya Hanım halletti. Derya Hanım, sanırım en tecrübelileri. Bir de işini yaparken nezaketini hep koruyor. Hastanelerde rastladığımız birçok görevli gibi sert konuşmuyor, azarlamıyor. Oldukça kibar, güler yüzlü ve şen.. Sanırım hastaların bir kısmını daha önceden de tanıdığı için onlara “Ahmet amca senin işini bugün halledemeyiz, senin şu tansiyon ilaçlarını almaman gerekiyordu, bugün içme yarın öğleden sonra gel…” veya “Teyzeciğim gelirken yemek yedin mi, aç karnına efor testi yapamayız…” diyor, onlar da “Tamam kızım, olur kızım” diye cevaplar veriyordu. Yarım saat kadar bekledikten sonra doktor beni çağırdı. Şikâyetimi sordu. Ben de “Doktor bey, sol yanımda bir sancı peyda oldu, tam şuramda...” diye kalbimi gösterdikten sonra ekledim, “… bazı bazı da nefesim kesilecek gibi oluyor, âdeta boğulacağım…” dedim. Doktor, önce tansiyonumu ölçtü, sonra sırtımı açtırıp dinledi ve bu arada bana uzun uzun ve derin derin nefes aldırıp verdirdi. Sigarayı bırakmanın faydaları belli oluyordu, zira körük gibi nefes alıp veriyordum. Göğsümü dinleyip tekrar nabzımı ölçtükten sonra bir de “Sizi koşu bandında yürütelim…” dedi. Ben espriyle karışık, “Sahaflarda işim vardı oraya kadar yürüyüp gelsem olmaz mı?” diyecektim fakat sululuğun âlemi yoktu, adam işini yapıyordu. Hemen itaat ettim söylediklerine. “Olur doktor bey… Nasıl münasip görürseniz…” Evrakımı alıp çıktım ve koşulacak yere gittim. Bu işi Derya Hanım yaptıracakmış. Bana “Bir şeyler yediniz mi, aç karnınıza olmaz, bir şeyler atıştırın da sonra yürütelim sizi…” deyince gözlerimin ışıldadığını hissettim. Hemen polikliniğin bulunduğu sokağa atıp kendimi, bulduğum ilk lokantaya daldım. Ev yemekleri yapan şirin bir yerdi burası; burada şöyle köfteli, pilavlı, ayranlı, tatlılı bir şeyler (!) atıştırıp üzerine de birkaç bardak yorgunluk ve keyif çayı içtikten (kahve yoktu maalesef) sonra yukarı çıktım ve Derya Hanıma, “Dediğiniz gibi bir şeyler atıştırdım ve geldim…” diye haber verdim. Yarım saat kadar bekledikten sonra Derya Hanım beni içeri aldı. Yapmam gerekenleri söyledi. Belden yukarıma göğüs kısmıma, karnıma bir sürü ucu yapışkanlı teller yapıştırdı, belime de bu tellerin bağlı olduğu bir kutuyu kemerle bağladı. Tansiyonumu ölçtü. Tansiyonum çok yüksek çıktı. “Hayri Bey, heyecanlandınız galiba, biraz oturun, dinlenin, tekrar ölçelim tansiyonunuzu, ondan sonra bakarız…” dedi ve biz sohbete başladık. Biraz dinlenince kendime gelmiş olmalıyım ki yapılan ölçümde tansiyonum normal çıktı. Bant üzerinde sekiz on dakika kadar yürüdüm herhalde. Zor işmiş doğrusu, hafif yavaşlayacak olsam düşüyorum, tempoyu düşürmemem lâzım, epey yoruldum. Ben dinlenirken karşımdaki makine de belimdeki kutudan sinyaller alarak kâğıtlara bir şeyler yazıp duruyordu. Yazma işi bittikten sonra çıkan sonuçları doktora verdim. Doktor bey sonuçlara alttan baktı, üstten baktı, bana baktı, evraklara baktı… Sonra tekrar bana baktı ve “Bir şeyin yok, olabilir böyle şeyler, evham yapma, hayatın tadını çıkarmaya bak..” dedi. Aslında bütün bunları ben de biliyordum. Bir şeyim yoktu, evham da etmiyordum. Fakat doktor bey nereden bilebilirdi ki benim sol yanımdaki acının ve kalbimi sıkıştıran, nefesimi kesen şeyin sebebinin yukarıdaki şarkıda gizli olduğunu…
Hastahaneden çıktıktan sonra Sultanahmet’teki kütüphaneme gitmek için yola çıktım ancak koşu bandında o kadar tempolu yürümüştüm ki, yürümeye takatim kalmadığından Laleli’den tramvaya bindim ve Sultanahmet durağında indim. Durağın arkasında bir ağacın altında küçük bir masanın ardında beyaz önlüklü iki hanım oturuyordu. Gayriihtiyarî önlerinde durdum, baktım. Birisi “Organ bağışı kampanyamıza katılmak ister misiniz?” dedi. Ben de “Kalp” dedim, “Onu, bağışlamak isterdim, fakat bana ihanet eden bir kalbi asla bağışlamam!..” deyip yürüdüm..
Meraklısına:
Özdal (Kale) Orhon, 25 Aralık 1941 İstanbul doğumlu. Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi almış. İstanbul Belediye Konservatuarına başlayıp burada çok değerli hocalardan ders almış. Bunların arasında bilhassa Münir Nurettin Selçuk’un dikkatini çekmiş ve konservatuarı bitirdikten sonra da Münir Nurettin Selçuk’un konserlerinde korist ve solist olarak yer almış. Belediye Konservatuarı İcra Heyetinde ve Radyoda uzun yıllar çalışan Özdal Kale, 1968 yılında kemençeci Cüneyd Orhon’la evlenmiş ve bu evlilikten Uğur adında bir oğlu olmuştur. TRT Ankara Radyosunda, Türk Müziği Devlet Konservatuarında, solistlik, hocalık yapan Özdal Orhon 1986 yılında vefat etmiştir.
Kalan Müzik 1998 yılında Özdal Orhon’un seslendirdiği eserlerden Bülent Aksoy ve eşi Cüneyd Orhon’un seçtiği 28 şarkıdan oluşan bir hatıra albümü yayınladı: Özdal Orhon (1941-1986) Arşiv Serisi
Yukarıda bahsettiğim şarkının sözleri şair Orhon Seyfi Orhon’a ait. Uşşak makamındaki beste Ahmet Çağan’a ait. Sözlerinin tamamı:
“Her akşam muhakkak tesadüfümüz
Yolumun üstünde yine sen varsın
Nedir bu neş’eyle gülümseyen yüz
Vefasız galiba çok bahtiyarsın
Sen beni aldat da bu aşk oyn’nunda
Git başka birinin uyu koynunda
Hiç şüphen olmasın güzel, boynunda
Aşkın vebali var bin günahkârsın
Uzaktan bakarsın gülümserim ben
Bakışır geçeriz bir şey demeden
Bilmem ki bu garip gülümsemeden
Ben ne kastederim sen ne anlarsın”