Farklı uygulamaların da bulunabileceği bir an için gözden uzak tutulursa kavramın özü itibariyle ifade ettiği şey Din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf için de söz konusudur. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din ya da dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır.
Dinle devlet işlerinin ayrılığını esas alan siyasi – hukuki ilke olarak tarif edilen laiklik kitabî dinlerin devlet yönetimine müdahalesi, dini esas alan devlet yönetimi veya din işlerini devlet yönetimine karıştırmama şeklinde de izah edilebilir.
Daha ziyade batı uygarlığının kendine has fikri ve siyasi gelişimi çevresinde ortaya çıkan laiklik dünyada son bir buçuk asırlık felsefi tutumların kavranabilmesi açısından önemli bir yere sahiptir.
Günümüzün siyaset ve toplumsal hareketliliğinde kendini düne nazaran daha büyük çapta hissettiren dini tavır alışlar düşünüldüğünde din ve devlet ilişkilerini düzene koyan laiklik prensibinin felsefi temellerinin doğru bir şekilde anlaşılmasının gerekliliği ortaya çıkar.
Laiklik terimi ilk defa İngiltere’de XVI. yüzyılda papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade için kullanılmıştır. Yani din adamı olmayanların dini kurumları ve kuruluşları yönetmeye, yönetime katılma isteğidir. Laiklik ruhbanlığa, kilise teşkilatına hatta dini alana ait olmayan manasındadır. Laiklik Fransa’da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlamıştır. Din söz konusu olduğunda devletin mutlak tarafsızlığı anlamında irdelenmektedir. Nitekim bu ilk anlamı daha sonra da değişmeyecek ve batı idrakinin temel yaklaşımlarından biri olarak günümüzde de devletin siyasi farlığı üzerinde dini inançların söz konusu olamaması, onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi şeklinde anlaşılacaktır. Laiklik kavramının bir de eğitime ilişkin temel bir tutuma işaret etmesi söz konusudur ki bu da öğretimin dini bir temele göre ve teolojinin güdümünde yapılmaması prensiptir.
Devlet ve din işleri değerlendirildiğinde bunların belli başlı iki kategoride düşünülebileceği görülür. Bunlardan ilkinde dinle devlet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Buna göre devlet ya belirli bir din veya mezhebin esasına göre yönetilir ki buna “TEOKRASİ” adı verilir. Ya da belli bir din veya mezhebi destekler yahut hüküm sürdüğü ülkedeki dini hayatı kontrol ve idare eder. İkinci kategoride ise devlet ve din tam anlamıyla bir birinden ayrılmakta ne devlet dini alana müdahale etmekte ne de inançlar devlet işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laik adı verilmektedir.
Farklı uygulamaların da bulunabileceği bir an için gözden uzak tutulursa kavramın özü itibariyle ifade ettiği şey Din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf için de söz konusudur. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din ya da dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır. Zira hem devlet, din ya da dinlerin kendi alanına karışmaması için tedbirler almak adına bir takım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte hem de dini alan toplumda oynadığı ahlaki rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği bir takım kaygılar taşıyabilmektedir. Nitekim dini alanın kendine has olan ve mahiyet çerçevesinde inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olabilmesi kadar ahlaki anlamda da itibarının korunabilmesi devletin meşgul olacağı işler arasında sayılmalıdır. Ayrıca devletin tarafsızlığı bir kayıtsızlık şeklinde anlaşılırsa farklı inanç sistemleri karşısında takınılması gereken eşitlikçi tavır ve bunlar arasındaki ahenkli bir arada oluşu sağlamak güçleşecektir.
Din ve siyaset ilişkisini inceleyen ikinci görüş dini siyasetin emrine onu adeta araç haline getirerek veren fakat bunu yaparken de yine dinin vazgeçilmez faydalılığını vurgulayan bakış açısıdır. Bu bakış açısını paylaştığı düşünülen Makyavel ve Monteskio dinin toplumsal işlevi ve siyasi yararlılığını gündeme getirmekte ve onu idaresine yardımda bulunabilecek tarafıyla değerlendirebilmektedir. Daha ileriye giderek dinin, siyasetin hâkimiyetine verilmesi gerektiğini savunan HOBBES ise dini devlet adına adeta tüketmektedir.
Karl Marx ve Engels’e göre toplumsal ve ekonomik şartların değiştirilmesiyle tam olarak ortadan kalkması gereken din, aslında insanın kendi kendine bir yabancılaşması gereken şeklidir. Karl Marks’a göre din bir afyondur.
Çağdaş laiklik kavramı açısından en etken olan görüşe göre dinin mi siyasete, siyasetin mi dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Zira bu konuda iki tarafın da birbirine nazaran tam bir bağımsızlığı söz konusu olacaktır. Bu görüş her iki alanın birbiri karşısındaki özelliğinin herhangi bir vesayete ihtiyaç duyulmayacak şekilde temellendirilmesini savunan bakış açısıdır.
Devlet ve din işlerinin birbirinden tam olarak ayrılması şeklinde düşünülen laikliği bu son görüşten hareketle değerlendirmek kavramının özü bakımından daha uygun olacaktır. Üzerinde durulması gereken bir husus da laikliğin din açısından ortaya konan bir tutum olduğudur. Laiklik karar ve tasarrufu devletin kendi mahiyeti hakkındaki bir karar ve tasarrufudur. Buna göre herhangi bir dinin değil yalnız devletin laikliğinden bahsedilebilir ve laikliğin kurumsallaşmasını sağlayacak olan ancak devlettir. Ya da vatandaşların devlet açısından ortaya koyabilecekleri bir iradedir. Dini alanın bu tip bir kurumsallaşmayı kabul etmekte zorluklar yaşayabileceği açıktır. Bu yüzden laikliğin benimsendiği ülkelerde devletin bir takım zorlamalarda bulunması normal karşılansa da devletin bunu laiklik adına herhangi bir dini tercihte bulunarak ya da bizzat kendi ideolojisini bir din haline getirerek yapması esastır. Devlet adına dini alanın aşırı kontrol altında tutulmasının da tanıma uygun bir laiklik anlayışıyla bağdaşmayacağı bellidir.
Laikliğin milli hâkimiyet fikriyle yakın ilgisi onu destekleyici, hatta bir manada onu açıklayıcı rolü bu kavramın Cumhuriyetle ne kadar ilgili olduğunu fark ettirir. Şu halde Cumhuriyet Devletinin Milli hâkimiyet ruhunu tam olarak ortaya çıkarabilmesi ve ona uygun bir genel kurumsallaşmayı gerçekleştirebilmesi bazı zorlayıcı tedbirlere başvurulmasını gerekli kılmış olabilir. Ancak laiklik öncelikle özgürleştirici ve bunun için de bünyesinde kurumlaştığı toplumun insanlarına sorumluluk ve kişilik kazandırıcı mahiyetiyle düşünülmelidir.
Burada laikliğin hâkim olduğu bir devlet düzenine muhatap ya da bu düzeni oluşturan ferde ilişkin olarak nasıl bir ahlakçı anlayışının bulunması gerektiği sorusu akla gelmektedir. Bu aslında bir vatandaşlık ahlakıdır. Söz konusu olan kamusal alandır. Ve laiklik prensibi bu alanı onu herhangi bir inanç ve görüşün dayatmacı kontrolü altında tutan baskın unsurundan ve özellikle de kilisenin tasallutundan kurtarmayı hedeflemektedir.
Fakat laikliğin asıl kendisiyle birlikte anılmasının mutlak gerekli olduğu husus devlet ve sivil toplum ayrımıdır. Zira hem laiklik bu ayrımın getirdiği ahenkli yapının ortaya çıkabilmesi için temel bir prensip hem de bu ayrım onun doğru algılanıp yaşayabilmesi için temel zemindir. Nitekim laiklik üzerine son yıllarda düşünenlerin bu ayırım üzerindeki ısrarları son derece dikkat çekicidir. Modern devletin ilgileri daha çok genel ilgiler ve menfaatlerdir. Bunun karşısında ondan ayrı bir şekilde konumlanan ve içinde bireylerin özel ilgi ve menfaatlerini kollayıp güdebilecekleri sivil bir toplumun varlığı önemlidir. Devletin siyasi topluluğun genel menfaatleriyle meşgulken bireylerin özel menfaatlerine nazaran dış ve üst bir konumda kalması fakat aynı zamanda kendine özel ve özgür gelişim ve girişimleri inşa kabiliyetine sahip sivil bir toplumun oluşmasına imkân sağlaması şarttır.
Bu insanın sahip olduğu haklar bağlamında değerlendirilecek olursa devlet ve sivil toplum arasındaki ayırım söz konusu hakların vatandaşlık hakları ve insan hakları şeklinde ayrılarak değerlendirilmesini gerekli kılar. Vatandaşlık hakları devletin oluşturduğu siyasi topluluğa ait olmaktan doğar ve bu devletin bir üyesi olmakla ilgilidir. İnsan hakları ise fertlerin sivil toplumun üyeleri olmalarından dolayı fark edilen haklardır. Ancak modern bir devlet anlayışıyla fark edilebilecek bu kamusal ve özel alan ayırımı aslında laikliğin üzerinde tam anlamıyla yeşereceği bir ortamı oluşturmaktadır. Zira laiklik bir taraftan özerk bir devlet yapısının zorunlu olduğunu düşünürken diğer taraftan bu devletin saygı duyulup korunmasına ve sağlıkla yaşamasına katkıda bulunacağı bir özel alanı var saymak durumundadır. Bu çerçevede din de bu özel alana ilişkin görülmektedir. Şu halde devlet insan haklarını ve sivil toplumu tanıyıp gözetmek durumunda olduğundan din özgürlüğünü kabul etmekte ve sağlıklı bir dini yaşayışı da onun zatı yapısına müdahalede bulunmadan koruma altına almış bulunmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımız genelde Avrupa ülkelerinde görülen ve uygulamaya çalışılan laiklik anlayışıdır.
DEVAM EDECEK