Büyük şehrin gürültüsünden patırtısından, tozundan toprağından, tırafiğin karmaşasından, egzozların gazından, sonu gelmeyen zamlardan; çıldıran, çağ atlayan fiyatlardan; kırizlerden, kerizlerden, bin kocadan arta kalmış bive-i bâkirelerden, eko takılmış sazlardan, bayanlardaki nazlardan, susuz geçen yazlardan, lâğımın yanındaki pilâjlardan, kaynana zırıltısından, baldız dırıltısından, kaynata horultusundan, musluk hırıltısından illâllah dedim.
Âdem
Her değdiğinin, bahtı kapanmakta bugün;
Havvâ, “Nasıl ettim?..” diye yanmakta bugün…
Pişman, yüce hilkat, seni halkettiğine…
Âdem, baban olmaktan utanmakta bugün!..
Ârif Nihat Asya
Canım ormanları ateşe verip bu cennet vatanı çöle çeviren ciğerleri yanasıcaları, haneleri yıkılasıcaları, kara topraklara karılasıcaları; soyu sopu kuruyasıcaları; polisime, askerime silâh çekenleri; bu masum ve mazlum millete; bu güzel memlekete kötülük yapmaya yeltenen onun bunun çocuklarını; anası belli babası yüz elli olanları; AB ve ABD veletlerini, küresel kopilleri Kahhar ism-i şerifinle kahreyle ya Rabbi diye kargayıp yola koyuldum.
Kargalar kahvaltı etmeden, temiz eller işe karışmadan, darbe pilânları ortaya çıkmadan, ATO başkanı Sinan Aygün başbakan olmadan, Güzel Hasan Celal’lenip “beş kişiyle genelkurmayı basmadan”, “20 el bombasıyla 140 kişi darbe yapma”dan, yeni yol geçecek yerlerdeki arsaları uyanıklar kapmadan, Merkez Bankası Istanbul’a gelmeden önce; evlâd ü iyâlin bulunduğu virân olası hâneden, hormonlu yiyecekten, sentetik giyecekten, gece eğlencesinden, aylıkların ayarsızlığından, yetersizliğinden; Ankara’nın kararsızlığından, zenginin insafsızından, yoksulun tembelinden, Amerikanın, patiskanın baskısından; hukukun çiğnenmesinden, demokrasinin ayaklar altına alınmasından ırak olmak istedim.
Rüşvet rezaletinden, işret kepazeliğinden, deprem söylentisinden; tv’lerin ve köşe yazarlarının tekrarından, kimilerinin bilgiçliğinden, “gündeme bomba gibi düşen” haberlerden, “altı çizilen meseleler”den, sözlü ve yazılı basının abartmasından-kabartmasından, üçkâğıtçıların vatandaşı ayartmasından, kezzapların palavrasından halâs olmak hevesine kapıldım. Memleketi babalarının çiftliği sananlardan hoşlanmam; sululuğa, cıvıklığa gelemem; alkış dilencisi sunuculara tahammül edemem; çözüm bekleyen pek çok meselede Medyum Memiş hocaya danışılmamasına akıl erdiremem, bu yazı Savcı Zekeriya Öz’ün iddialarına, isnatlarına mesnet teşkil eder mi, bilemem.. Ankara, Türkiye’nin başkentidir; İstanbul en büyük şehridir de diyemem; değil de diyemem!... Hilmi Özkök darbecidir de diyemem, darbeci değil de diyemem.. Karadeniz, Türkiye’nin kuzeyinde, Akdeniz güneyindedir de diyemem, değildir de diyemem…
Aksakal yerine duayenden, tedavi yerine terapiden, cankurtaran yerine ambulanstan, yerleşke yerine kampüsten, kapuz yerine kanyondan, kavram yerine konseptten, mevsim yerine sezondan, şenlik yerine festivalden, destekçi yerine sponsordan gına geldi. Savurganın ziyanından, iş adamının zararından oldum bîzâr, gönlüm dolu âhüzâr, düştüm yollara, selâm verdim kullara. Mor sümbüllü bağlardan geçerek, kekik kokulu dağlardan aşarak, belde, belende, turna gibi dönende; kanatlanıp uçarak, yokuşları düzleyerek, ahbapları özleyerek, sağı solu gözleyerek, bazen şaşarak, bazen coşarak Eğri Dağı’na doğru yola çıktım. “Başı pâre pâre dumanlı dağlar”a varayım, “Şol Gâvur Dağı’nın başı duman mı” göreyim, bir temiz hava soluyayım, ciğerlerim bayram etsin, dedim. Bu arada Karac’oğlan’ı da görebilirsem deme keyfime deyip yoluma devam ediyordum. Ben yürürken, ırlarken bir de ne göreyim… Bizim koca Âşık karşımda değil mi!..
Karac’oğlan sözün haktır
Düşmanın dostundan çoktur.
Güler yüzle, gülümseyen gözlerle bakıp cevap verdi; gönülden, derinden:
Tuna suyu gibi çağlar, akarım;
Yel estikçe hazan gibi solarım;
Bir gün güler isem, beş gün ağlarım;
İşte güzel adam, şöyle halım var.
-Âşık, dedim, sendeki dert Esen Dağı’nı aşmış, sanırım, dedim; o, çıkıştı mı, coştu mu anlayamadım:
Taşkın sular gibi akıp çağlarım,
Dîdârın görüben gönül eğlerim,
Dünyâya geleli her dem ağlarım,
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı?
Sen demez miydin:
Ağacın eyisi özünden olur,
Yiğidin eyisi sözünden olur,
El için ağlayan gözünden olur,
Ağlama hey gözün yaşın sevdiğim.
-……….
-Âşık, bak istersen şöyle yapalım.
-Nasıl yapalım?
Sazımızı ele alıp çalalım,
Çaresiz dertlere çare bulalım.
Sabahta, seherde yoldaş olalım;
O, atik davranıp 4’üncü mısrayı benden önce okudu:
Bugün de burada kal, benim için.
Hâlini, hatırını soracak oldum; işte cevabı:
On beşinde bir güzeli sevmeyen
Bu dünyaya hayvan gelir, bön gider.
- “Cennetten mi çıktın kahpenin kızı” diyecek oldum, “bizim ilin çalısı” şöyle söyledi:
Oğlan, seni babam duyar, öldürür;
Beğden evvel, pâdişâha bildirir.
En sonunda, yapracığın soldurur;
Mevlâ’nın sevgili kulu isen de.
-Sen ne dedin, ne söyledin?
-Hiç, ne diyeyim, ne söyleyeyim; bir koşma okuyuverdim:
Ala gözlerini sevdiğim dilber,
Şu gelip geçtiğin yollar öğünsün.
Kadir Mevlâm seni öğmüş, yaratmış;
Nasibi olduğun kullar öğünsün.
Hörü kızlarından var mı soyunda?
Kız, nazarım kaldı usul [uzun] boyunda.
Kadir Gecesi’nde, bayram ayında
Üstüne gölg’olan dallar öğünsün.
Karac’oğlan der ki: Garibim garip,
Garibin halından ne bilsin tabip?
Akşamdan soyunup koynuna girip
Boynuna dolanan kollar öğünsün.
-“Uğru nakışlı, yavru balaban bakışlı, yayla çiçeği kokuşlu” seni büyülemiş gibi bir hâlin var.
-Sen ne diyorsun!.. Büyülenmek de lâf mı?..
Yavrımın gözleri benzer şahana,
İsmi, cismi gelmemiştir cihana;
Uykusun gözüne etmiş bahana,
Tek yatana sabah olmaz mı sandın?
-Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası;/Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası, derler?
-Allah’a şükür geçinip gidiyoruz. Gönüldür bu, doymak nedir bilir mi!..
Karac’oğlan gönül ne ister bizden
Hiç gitmiyor gönül gelinden kızdan
Günde beş yüz sar’ım [altın] gelse faizden
Dünyada tükenmez mal ister gönül
-Âdettir, yeni tanışanlar sorar: Hemşerim nerelisin?..
-Bakıyorum bir takım yaşını başını almış, memleketin yönetiminde söz sahibi kişiler her gün dalaşıyorlar, her gün didişiyorlar…Sanki biri Hint horozu, biri İspenç horozu.. Neyi pay edemiyorlar, neyi bölüşemiyorlar; anlamak mümkün değil!..
Düğün olur, Arap atlar yarışır
Bayram gelir kanlı kinli barışır.
-Baharın geldiği nasıl anlaşılır?
-Siz şehir çocukları da bir şey bilmiyorsunuz. Ondan kolay ne var?
Baharın geldiğin neden bilelim?
Bir gül bitmiş, yapracığı düzgündür
Veya (“ya da” değil!..):
Baharın olduğu neden bellidir?
Boz bulanık akar oldu dereler.
-Güzelin yolları nasıldır?
Güzelin yolları kayalı, taşlı;
Bakamam gerdana gözlerim yaşlı;
Bu sırada yanımızdan bir güzel geçti. Ayı gölgede bırakacak, güneşi kıskandıracak soyundan. Bizimki onu görünce bir şeyler mırıldandı:
Kaşların lâm-elif, gözlerin ayın
……….
Katar katar olmuş yüzündeki benler
-Durumu nasıl görüyorsun?
Çıktım yücesine, seyran eyledim;
Dost ile gezdiğim çöller perişan.
Bir başıma kalsa idim gam çekmez idim,
Bir ben değil, cümle âlem perişan.
Başı pâre pâre dumanlı dağlar,
Hastanın halından ne bilsin sağlar,
Bozulmuş siyeci, vîrâne bağlar;
Bülbülün konduğu güller perişan.
-Sözünde durmamak marifet sayılır oldu.
Kaldırdın mı sen perdeyi yüzünden?
Çıkarttın mı gayrileri gözünden?
İkrar verdin, niye döndün sözünden?
Yalancıda îman kalmaz, din gider.
1)Karacaoğlan, bütün şiirleri, haz: Dr. Müjgan Cunbur, Çağrı Yayınları, İstanbul 2001; tel: 0212/516.20.80-81.
Mâniler
Dinle sevgili Hızır
Bir yerde çoksa muzır
Söyler misin sen bana
Gelebilir mi huzur?...