Geçtiğimiz ay katıldığımız bir anma toplantısı bize, iki güzel insanı daha yakından tanıma fırsatı vermesiyle mutluluk, söz verip gelmeyen konukları ve sözü aldıklarında duyurulan konuyu değil kendi meselelerini anlatan bazı konuşmacılarıyla burukluk verdi. Bu burukluk bizi “şehirli muhafazakârlığın ölçüleri neler olmalıdır?” sorusunun cevabını aramaya yöneltti.
Cemil Meriç’in “her değere dost, her sahteye düşman” şeklinde ifade ettiği tavır öncelikli olmalıydı. Fakat şehirli muhafazakârlığı özümseyemeyenlerin siyah-beyaz dünyalarında böylesi bir hesapsız-ön yargısız duruşu bulmak çok zordur. Toptan ret ve toptan kabullerle örülü dünyalarında pek çok önemli konu yorumlanabilme ve araştırılabilme imkanını kaybetmiştir. Pek çok konuyu tek cümlelik hükümlerle kafalarında halletmişlerdir. Onların her zaman birinci vazifesi “bir veya daha fazla suçluyu” aramaktır. Nefslerinden taviz vermeyi şahsiyetlerinden taviz vermek gibi algıladıkları için, üzerinde yıllarca çalışılmış yeni bilgiler ve yorumlarla karşılaşsalar dahi basmakalıp hükümlerine sarılmaya devam edebilirler. Çünkü onların, en önemli özellikleri kendi kendileriyle aşırı meşgul olmalarıdır. Bu meşguliyet “bilmediğim ne kadar çok şey var” diyen bir gelişme çizgisini değil, son derece kaba bir ben-merkezciliği esas alır. Bu ben-merkezcilik çoğu zaman bir tatmin duygusunu yansıtır. Şimdiye kadar yaptıklarından tatmin olmuş birinin artık tek beklentisi ilgi odağı olmaktır. İlgi odağı olursa üretimini durdurur olamazsa da problem oluşturur. Genelde belli grupların, yapıların içine girmenin aynı hassasiyetlerin ve hususiyetlerin tavra dönüşmesi olarak görmek isteriz. Fakat işin gerçeği maalesef böyle değildir. Kimisi ayakları yere basarak, neleri bilmediğini bilmenin şuuruyla gelirken, pek çoğu bir “biz”e mensup olup sorumluluktan azat olmayı hedefler. Herkesin aynı değer yargılarına, aynı davranış kalıplarına sahip olduğunu zannederiz. Ama insanın ufku açılmayınca, geçmişinden getirdiği alışkanlıkları ve inadı devam ettirmesi kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Fert olarak kimliğini geliştirememiş kişinin “biz”e dahil oluşu ancak sayıyı arttırabilir. Dücane Cündioğlu’nun “mensubiyetinle değil, liyakatinle övün” ifadesiyle çizdiği çizgi bu yapıdakiler için iyi bir ihtar olabilir.
ŞEHİRLİLİKTEN NE ANLIYORUZ?
Tıynet diyelim veya maya diyelim fakat “Ben”in hazırlıksız bir şekilde “Biz”e dahil olmaya kalkması her zaman problem üretimini arttırmaya yaramıştır. “Biz” ile “Ben” arasında ve “şehirli muhafazakârlık” ile köylü muhafazakârlık” arasında yaşanan dalgalanmalar yeniden belli ölçülerin herkes tarafından hatırlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bizim bu çerçevede şehirlilikten anladığımız her zeminde nefsini geride bırakarak hakikati söyleyebilecek kişiliğe sahip olmaktır. İnsanın eksiğini-gediğini ve dolayısıyla haddini bilerek yaşamasıdır. Şehirlilik taltif edilme beklentisiyle değil, keşfedilecek yeni alanların, yeni fikirlerin ve yeni insanların merak duygusuyla yaşamaktır. Ahmet Turan Alkan, “Köylülük, şehir vasatında köy değerlerini savunmaya, yaymaya, yerleştirmeye kalkışan ve bu yolla şehrin ahenk ve nizamını şehirde üretilen değerleri, şehrin gerektirdiği sosyal münasebet tarzını küçümseyen bir inat tavrının adıdır.” diyor. Alkan aynı yazıda yaptığı köylülük-şehirlilik ayrımının yanlış anlaşılarak tepki aldığını da ifade ediyor. Fakat şunu iyice anlamak gerekir ki kendisinin yaptığı ayrım mekana veya bir sosyolojik kategorinin bütününe değil zihniyete bağlı bir ayrımdır. Alkan şehrin sağladığı imkanlarını şöyle sıralıyor: “Bütün semavi dinler, şehir hayatını esas alan bir zemin üzerine istinad ediyor. Kur’an-ı Kerim’de sosyolojik bir kategori olarak “bedevilik” övülmüyor, tam aksine yeriliyor. Kısaca şehir ortamı, insanın kendini yenilemesine, aşmasına, tazelemesine, ve sahnını genişletmesine imkan sağladığı için gerekli. Köylülüğün karşısına şehirliliğin bir değer olarak konulması, “şehirli züppeliğinin” snob bir tezahüründen ibaret değil.” Şehirli muhafazakârlığın oluşmasının önündeki engellerin başında özellikle zamanımızda sağıyla soluyla her ortamda maddi gücün hem temel belirleyici hem de birinci konuşma konusu haline gelmiş olmasıdır. Gelecekle geçmişi birbirine bağlayacak değerler ya özümsenmemekte ya da önemsenmemektedir. Atsız’ın gittiği ortamda ev sahibi olan kişi buyur etmeden kesinlikle oturmaması, Dündar Taşer’in çok küçük yaşlardaki çocuklar hariç kimseye küçük adıyla hitap etmemesi, bulunduğu odaya kim gelirse gelsin ayağa kalkması, Müslüman-Türk karakterinin hayata yansıyışına iki çok güzel örnek olarak zihnimizde yer etmiştir. Bu insanlar bugün saygıyla anılıyorsa bu medeniyetimizin temel değeri olan hürmeti hayatlarının merkezine yerleştirmiş olmaları sebebiyledir. Bugün saygı görmek isteyen insanların önce hayallerinin ve hedeflerinin çapını ve hürmeti kafalarında nereye koyduklarını iyi düşünmeleri gerekir.