Elli yıl kadar önce, lise ve üniversite öğrencileri arasında, bu deyim bir nükte (espri) şeklinde kullanılırdı. Gerçi günümüzde de kullanılıyor ya, o dediğim dönemlerdeki sohbetlerde daha sık geçerdi. Hoşsohbet insanlar arasındaki sohbetlerde… Hemen herkes de manasını iyi bildiğinden yersiz kullanan olmazdı. Ma’lûmun “bilinen” ya da “belli olan” ve i’lâmın da “bildirme” olduğu bilinirdi.
İ’lâm kelimesine mahkeme kararlarını bildiren bir belge manasında, daha çok hukukçular arasındaki konuşmalarda rastlanırdı.
“Bu söylediğiniz ma’lûmu i’lâmdır” denildiğinde, zaten bilinen bir şeyi bildiriyorsunuz gibilerden, gereksiz bir konuşmaya işaret edilmiş oluyordu.
Son zamanlarda bu deyime, konuşmalarda pek sık rastlanmıyordu. Bir bakıma da iyi oluyordu. Çünkü herhangi bir konuda söze başlarken –özellikle- hukukçu olduğunu vurgulayan bazı kişilerin bile bu i’lâm kelimesini “ilân” şeklinde telaffuz edişi dikkati çekiyordu.
Onun için, önemli bir mevkide bulunan bir zat tarafından doğru ve –ifade bakımından- yerinde kullanılması isabetli olmuştur.
Biliyorsunuz, yüksek okullarda okuma hakkı kazanmış öğrencilerin okulun kapısından girerken başını açma zorunluluğunu kaldırmak amacıyla çıkarılan kanun, Anayasa Mahkemesi tarafından “esastan” incelenerek “yok sayıldı.” Ortalarda çok dolaşan bir deyimle bu yok sayılma olayı şimdiye kadar hiçbir mahkeme kararının karşılaşmadığı kadar tepki gördü. Artık belli bir partinin iç siyaset kozu olarak öne sürdüğü ve her siyasi tartışma vesilesiyle adları geçen bazı eski savcıların dışında pek fazla tasvip eden olmadığı görüldü. Aydınlıktan ziyade karanlığı yansıtan yüz ifadeleri ile kendi mevhum nazariyelerini pekiştirmek için anayasa maddelerindeki değişiklikleri, “kurucu iktidar” gibi tanımı bile tuhaf olan kavramlar ortaya atarak siyasi muhalefet konusu yapan bazı kişiler, çok çeşitli haklı sebeplerle bizim de karşısında olduğumuz bir iktidar partisinin güçlenmesine ve geniş halk kitlelerinden destek bulmasına yol açmaktadır. Bunların dile getirdiği görüşler, bazı fanatik kişiler dışında, destekledikleri siyasi partinin aklı başında taraftarlarından da tasvip görmemektedir.
O ana-muhalefet partisi ki artık hiçbir şekilde (bu haliyle) iktidar olma umudu kalmamış hatta en yakın seçimde tasfiye edilmesi ihtimali olan bir siyasi kurum halinde boy göstermektedir. İsmini kullandığı halkın, hiçbir zaman yanında hatta yakınında olamamış ve bu yüzden millî duyarlılık sahibi gerçek aydınlardan kendisi de yakınlık görememiştir.
Babalar (yani babalarının çiftliği) gibi ülkenin varlıklarını sattıklarını övünerek söyleyenlere karşı hiçbir çözüm yolu üretemeyip Cumhuriyetimizin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu göz ardı ederek yalnızca kendilerinin anlayabileceği kısırlaştırılmış bir laiklik döngüsü içinde çırpınan bu muhalefetin ülkeye olumlu bir katkıda bulunması mümkün değildir. Üstelik Cumhuriyetin niteliklerini tanımlayan aynı Anayasa maddesinde, maalesef bazı aydınlarımızın hiç anlayamadığı “millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı” diye belirleyici bir ibare de vardır.
Eskiden bir de “ke-en-lem yekûn” addetmek diye bir deyim daha vardı. Bunun manası da “hiç olmamış gibi saymak, yokmuş gibi farz etmek” demek oluyordu. Gerçi o dönemlerde –kısıtlanan özgürlüklerin iadesini sağlayacak- bir kararın yok edilmesi kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Üstelik meseleye böyle derinliğine baktığımızda “yok sayılan”ın meclisin kararı değil TBMM’nin bizatihi kendisi olduğu gibi bir izlenim ortaya çıkıyor.
Yine, mevcut iktidara layık olmadığı bir –dolaylı- destek de TÜSİAD adındaki tuzu kuru adamlar derneğinden gelmektedir. Yalnızca kendi çıkarları için duyarlılık gösteren bu dernek mensupları ne zaman iktidar partisine ters düşen bir bildiri yayınlasa halkın hükümete desteği hemen artmakta. Bu da, o iş adamlarının kamuoyunda ne kadar güven kaybettiğinin göstergesidir.
Rahmetli Başbuğ’un yine rahmetli bir iş adamına “Sen para kazanmana bak, başından büyük işlere karışma!” diye çıkıştığını hatırlıyoruz. Hem de o iş adamı saf, samimi bir kişi olduğu ve saflığından o işlere karıştığı halde…
Çok büyük mali imkânlara sahip öyle bir kuruluş düşünün ki halk onu hiçbir zaman yanında göremesin ve bulamasın. İnanılır gibi değil…
Bilmem ki her zamanki gibi acı bir tebessüm ile görmezlikten mi gelelim yoksa üzüntümüzü mü belirtelim? TBMM’nin çıkardığı bir Anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi tarafından esastan incelenip yok hükmüne getiriliyor ve o meclisin başkanı da me’yus (umutsuz) ve kırgın bir ifade ile, bir üst meclisin kurulmasını bu işe çare olarak görüyor ve gösteriyor. Yani başında Türkiye ve Büyük kelimeleri bulunan Millet Meclisi, mahkeme kararıyla elinin, kolunun bağlanmasına karşılık ikinci bir Meclisten (Senatodan) medet umuyor. Bu ülkede bir Senatonun niçin kurulduğu ve nasıl ortadan kaldırıldığı bilindiği halde… Bu senato teklifi ya da arayışı aslında Anayasa Mahkemesini sorumluluktan kurtarmaktan çok, oradan da Millet Meclisininkine uygun bir karar çıktığında, bazı odakların daha itinalı davranacağı hayalinden kaynaklanmaktadır. Tabii ki ham bir hayal. Tam bir çaresizlik hali… Millet adına verilecek kararların bu şekilde daha saygın görülebileceği kuruntusu…
Hakkında yazılanlara ve TV’deki tartışmalara bakıldığı zaman, üniversite denilen ilim yuvasına (!) başı örtülü öğrencilerin de girebilmesine imkân sağlayan bir kanunun ortadan kaldırılması, bu güne kadar görülmemiş bir duyarlılıkla halkın üzüntü kaynağı olmuştur.
Asıl korku ve endişenin kaynaklarına inilmedikçe bu problemlerin çözülmesi mümkün değildir. Mümkün olmadığı görülmüştür. Fanatik bir azınlığın dışında, bu millet laikliği aydın geçinenlerden daha iyi anlamış ve benimsemiştir. Ancak, -baskıcı- laiklik anlayışının orta oyuncuları sürekli bir şekilde evham üretmekte, sonra da korkuya kapılmaktadırlar. Kaç defa söylenmiştir; kendinizin bile samimi olarak benimsemediğiniz bazı görüşleri millete kabul ettirmek zordur. Hele kendi halkınız nezdinde bir saygınlığınız yoksa.
Üniversite hocaları şu veya bu isim altında toplandıkları kurumları temsilen bildiri yayınlamakta, yüksek yargı başkanları yıllardır her açılış töreninde kendi siyasi görüşlerini dile getirmekteler. Niçin hep başa dönüyoruz? Neden yerinde sayıyoruz? Bazı tükenmiş yazarların ve milleten kopuk okumuşların sıkılmadan ifade ettikleri gibi “Bu millet adam olmuyor mu?” Bunların sözlerini tekrarlamak bile utanç vericidir.
Bu ülkenin halkına, şu aydın taslakları niye hazımsızlık gösteriyor? Daha üstünseniz bunu kültür yapınızla, hürmet telkin eden davranışlarınızla gösterin ki millet sizi kabullensin, benimsesin. Sizler bu saplantılardan, ön yargılardan, bu vehimden kurtulmadıkça, masum dindar vatandaşlara sıkıntı veren dinci yobazlardan ne farkınız kalır? Bu davranış biçiminizle –fanatik olduğunu söylediğiniz- o kişilerin tarlasını sulayıp ürününü artırıyorsunuz.
O zaman amacınızın ne olduğu bir başka şekilde ifade edilebilir. Korkuları kullanarak, vehimlere dayanarak –millet iradesini yok sayan- sanal bir iktidar kurmak. Ancak böyle bir iktidarın Cumhuriyetimizin tek sahibi görünmekten başka hiçbir yaratıcı yönü olamaz. Meşruiyet dışı iktidarlar döneminde insanların talihsizliği, bazen kendilerinin de doğru bulmadığı kararlara katılmak zorunda kalmalarıdır. Yakın tarihimizde bir başbakan ve iki bakanın idam kararına baskı ve hatta tehditle imza atan bazı komite üyelerinin sonradan vicdan azabı çektiği bilinmektedir. Baskı ile karar veren kişiler kendi vicdanlarının baskısından hayat boyunca kurtulamazlar. Bahaneler acıları hafifletemez.
Bağnaz insanlara kızarak milletin inançlarıyla alay etmek, dinî akidelerini aşağılamak aydın ve edepli kişilere yakışan bir hal değildir. Ekseriyetin önemli bir “temsil” unsuru olduğunu kabul etmemek bir yana, toplumu temsil edebilecek asıl kitlenin iradesini yok sayma tarih önünde hesabı verilebilecek bir eylem değildir.
Halkın yanlışları çoksa eğer, bu, aydın denilen zümrenin, görgü ve bilgi eksikliği yüzünden onlara iyi örnek olamadığını gösterir.
Çağdaşlığı, yapılan her değişikliği önemli bir gelişme olarak algılamak sananlar olduğu gibi bu değişikliklerle şuuraltı bir korku ve panik içinde direnen bir vesayetçi zümrenin varlığını da görmekteyiz. Bu gibi davranışlar onulması kolay olamayan ruhsal bunalımlardır.
Toplumda husumete dönüşebilecek ayrışımları önlemeye çalışmak ülkesini seven insanların görevidir.
Tutuculuk kelimesinin yanlış manada kullanıldığını anlatmaya çalışmıştık. Tutucu denilmesi gereken insanlar müsamaha (hoşgörü, tolerans) denilen beşeri duyguları, özellikle belirli bir kesim için göstermek istemeyen kişilerdir.
Herkesin içtenlikle benimsemesi gereken laiklik anlayışını kendi tekellerinde tutanların haline bakınca gerçekten laik olan medeni insanlar kuşkuya düşüyor. Acaba neye ve dolayısıyla kime hizmet ediyoruz diye.
Mevki sahibi kişilerin, yüksek mahkeme üyelerini etkilemeye çalışmaları –o çok özendiğimiz- Batı demokrasilerinde anlaşılabilir bir husus değildir. MHP Genel Başkanının dediği gibi bir mahkeme kendi meşruiyetini tartışmaya açıp kendisini bu kadar yıpratmış olabilir mi? Mahkemeleri siyasi emelleri için kullanmak isteyenlerin ülkeye her zaman zarar verebileceğini düşünmek gerekir.
Yargıya siyaset karışmasın derken yargının kendisinin siyasallaştığının ileri sürülmesi düşündürücüdür. Anayasa Mahkemesi, Anayasamızın 42. maddesine eklenen “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez.” hükmünü iptal etmiş bulunuyor. Davaya “şekil yönünden” değil de “esastan” bakılmasının yanlış olduğu, yetkilerin aşıldığı tartışmaları bu defa basında çok geniş yer buldu. Mahkemenin kendisinin bu kararla Anayasanın bazı maddelerini ihlâl ettiği ileri sürüldü. Mahkemenin kararlarının tartışılabilmesi demokrasi açısından belki iyiye alâmettir. Ancak mahkemenin tarafsız olmadığı, baskı altında tutulduğu gibi imalar, hatta ithamlar düşündürücü olmuştur. Hani “şüyûu, vukuundan beterdir” diye bir deyim vardır ya gerçekten böyle bir şeyin olması kadar, olmasından şüphe edilebilmesi de kötüdür.
Anayasa Mahkemesinin, Meclisin de üstünde bir siyasi organ gibi karar verdiğinden bahsedilmiştir. Onun “kurucu iktidar” yetkisini kullandığı ileri sürülmüştür.
Yalnız kararın değil aynı zamanda mahkemenin de eleştirildiği görüldü. Kararın nasıl çıkacağından çok, kaç üyenin (ve hangi üyelerin) ne karar vereceği konuşuldu. Bahis konusu kanunun çıkmasında iktidarla birlikte hareket eden, meclisteki diğer muhalefet partisi de mahkemenin bu kararla Meclisin yetkisini kullanmış olduğunu belirtti. Anlaşılıyor ki bu karar hakkındaki tartışmalar çok uzun süre devam edecek. Belki de hiç bitmeyecek ve hukuk tarihinde kendine bir yer edinecek.
“Ma’lûmu i’lâm” gerçekçi bir ifade, doğru bir tesbit. Biz de böyle olduğunu düşünüyoruz; onun için fazla yadırgamıyoruz. Ama bir mahkeme kararının önceden ma’lûm olması iyi bir şey midir? Ma’lûm bir sonuç için mahkeme yapıldığını söylemek o mahkemeye bir övgü mü olur? Bilemiyoruz.