Dilâver Cebeci, toplumun büyük ilgi duyduğu Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Arif Nihat Asya sonrası yaşayan çağdaş Türk şiirinin, bütün değerler manzumesini özümsemiş, rûhuna sindirmiş ve medeniyetinin, ahlâk nizamının, millî estetiğin, yerli tefekkürün, Vahiy eksenli sezginin, kısaca geleneğin bütün ilmini kuşanmış müstesna birkaç isminden biridir.
Şiirinde, edebiyatın hemen bütün sanatları, imajları, özgünlük, yenilik, kendine ait hayâl-kurgusu, âşk, kadın, lirizm, millî romantizm ve İslâmî hassasiyet; Orta Asya’dan, Asr-ı Saadet’e kültür birikimi, medeniyet idraki ve şuursuz-sorgusuz değişime karşı sosyal-toplumsal eleştiri, öfke ve kızgınlık yer alır. Cebeci millî ve İslâmî hassasiyeti yanında, aynı zamanda en güzel aşk şiirlerinin de şairidir. Vatan aşkı kadar, bir sevgilinin şahsında, soylu, erdemli sevdânın en duygulu, en lirik, en içe dokunur, en hüzünlü, en efkârlı mısraları; en derin, en yoğun anlatış yetkinliği de ona aittir. Zaten bizim edebiyatımızda dünyevî aşkla, ilâhî aşk, iki arınma miracı, iki yükseliş burcudur. Bir şairin üstünlüğünü ve sanat gücünü, edebî mahareti, marifeti ile mücerret soyutlama istidadı belirler. Çünkü bir anlamda şiir, müşahhas olandan, mücerret bir imaj oluşturma sanatıdır. Yani, eşyanın, sınırlayıcı, gizleyici “nesnel eşiğini” aşarak, mücerret oluşumlar semâsına, ruh iklimine varmak. Bu kudretin, bu istidadın, bu birikimin olmadığı şairler, vasat sularda gezinmeye mahkûmdur. Onlarınki edebî, estetik, sembolik şiir değil; manzumedir, tebliğ şiiridir, satıhta kalan ruhsuz söz istifidir.
Buna karşılık, işaret edildiği üzere, Dilâver Cebeci’nin şiiri sanatlı, sembolik, çok çağrışımlı, özgün imajlı, fazlalıklarından arınmış ve ayrışmış, billûrlaşmış, kemâle ermiş bir şiirdir. Çünkü Türk-İslâm kaynaklarından, binlerce yıllık Türk şiir geleneğinden beslenir. Onun şiiri yer yer Dîvan ve halk edebiyatı ürünlerini çağrıştırır. Bir bakarsınız Dede Korkut yiğitlenişi dillenir şiirinde, bir bakarsınız sûfî lirizmle Yûnus’laşır; bir bakarsınız Karacaoğlan dilince söyler âteşefruz sevdâsını; bir bakarsınız tarz-ı kadim üzre gazeller yazar. O zaman da, Fuzûlî’yi, Şeyh Gâlib’i, Nedim’i andırır...
Bazı serbest tarzda yazılmış şiirleri varsa da, onun şiir tekniğini teşkil eden ana eksen, öz cevher, vezinli, kafiyeli, ahenkli/musikîli, yani Türk-İslâm estetiği ile yoğrulmuş, millî ve gelenekli bir şiirdir. Hiç şüphe yok ki, Türk şiirinin esrarı bu formülün içindedir.
Serbest şiirleri de, kimilerininki gibi, kök ve gök bilgiden kopuk, uçuk-kaçık sözler değil; şiir cümlesine, yani serbest mısraa sembolik, derin bir mânâ, esrarlı bir estetik, mistik ve mitik bir edâ; sahih düşünce, melâlli bir lirizm, aşkın bir felsefe ve sûfî bir iklim sığdırmasını bilir.
Onun ana malzemesi veya işlediği temaları iki grupta özetlemek gerekirse, bir yanı ile Türk kültürüne, Türk destan ve efsânelerine/epik şiire; öte yanı ile de, İslâmî kültüre, menkıbelere dayanır.
Bu, Türk-İslâm terkibinin hayat aynamıza ve kalbî duyarlığımıza yansıyan yanıdır. Türk şiirinin ana cevheri de budur. Onu başka yerde, yapay terkiplerde arayanlar boşa aramaktadır. Şunu bilmek gerekir ki, Grek-Lâtin terminolojisi ile Türk şiiri yazılamaz. Türk şiiri yazabilmek için, kültürel altyapı yanında, tarih şuuru ve Türkçe sevdâsına da ihtiyaç var. Cebeci, Türkçe’ye saygılı, hatta sevdâlıdır. Bu yüzden, Türkçe üzerinde oynanan oyunları, bu oyunları başlatan bir şahsın üzerinden, “Ağıt” isimli şiirinde güzelce hicveder.
Dili zaman zaman Yûnus’un berrak, rayihalı dilini andırır. Bir şiirinde, “Ben de Yunus’un geçtiği şarlardan geçtim” der. Yıllar önce, “Erguvan Uğultusu” isimli şiir kitabımda yer alan, “Hüdâyî” şiirini ona göstermiştim. Şiirde, “Çalap” kelimesi geçiyordu. Okuyunca, “Çok iyi yapmışsın” dedi, “Yûnus’un o güzel kelimelerini yaşatmak lâzım...” Kendisi de birçok şiirinde bunu yapmıştır. Bütün mesele, bu gelenekten yola çıkarak, bugünün ve geleceğin şiirini yazmaktır. Şiir asıl bu iklimde yeşerir ve yaşar. Zaman aşınmasına direnir ve yarına ulaşır.
Dilâver Cebeci’nin destansı/epik unsurlar taşıyan şiirlerine misal, “Yürüyüş”, “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Fetih Güzellemesi”, “Kutalmış”, “Atsız Yabgu Katında”, “Yemin” ve “Hun Aşkı” adlı şiirlerdir. Ve tabiî ki, dillere destan olan “Türkiye’m” şiiri.
Şairin, destansı unsurlarla, menkıbevî unsurların iç içe geçtiği şiirlerinden bazıları ise; “Kıyam Düşünceleri-2”, “Medine”, “Nurdağından Gelenler” ve diğerleri... Fakat bunlar asla hamaset ve manzum söyleyiş değildir; sanatlı, edebî şiirin bütün özelliklerini ihtiva ederler. Bana göre, değerli destan şairimiz merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sonra destansı figürleri, destansı edâyı en güzel şekilde yazan ve yansıtan yegâne şairdir.
“BOZKIRDA KALAN SANCI”
Şiirlerinin birçoğu sosyal muhtevalıdır. Yaşanan toplumsal kargaşaya, kaosa ve puslu kavgaya sık sık dikkat çeker:
“Asra Yemin Olsun ki Hüsrandayım”, “Hamayıl Kuşandım Şiir Kılıcını”, “Rüya”, “Gece Yürüyüşü Sohbeti”, “Medîne”, “Zaman Bir Ejderdir Ensemizde Soluyan”, “Söz” ve “Şafağa Çekilenler” (Bu şiirin, “Yenilginiz kutlu olsun!” mısraı, vatan için mücadele ve cân veren necip bir neslin en trajik ağıtı, elemli bir ironisidir!), “Bir Yalnız Savaşçının Ölümü” ile “Bozkırda Kalan Sancı” da aynı trajik ve ironik unsurları taşır.
Sonra, “Ve Siperlenirim Geceye” “Birlik Çağrısı”, “Bekleyin” (Bu şiirin de, ‘Umulmadık bir yerden, bir gün çıka gelirim!’ mısraı güzel, güçlü ve ümitvar bir ifadedir.), “Sana Kadar”, “Düşman”, Şairimizin kendi doğum tarihine, onun nesline işaret eden, “Kırküç’ün Çocukları” şiiri.
Uzun soluklu bir şiir olan, “Bayrak Olayı” şiirinde, Maraş’a, “Kahramanlık” unvanının verilmesine vesile olan, millî direnişin bayrak olayı anlatılır:
“Yemin olsun al atlara/Coşanlara yemin olsun/Nallarında ateşlerle/Koşanlara yemin olsun!” der, yiğit bir sesle. “Kutsal Çağrı” da bu çerçevede değerlendirilmesi gereken şiirlerdendir.
“Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup” öfkeli bir yüreğin, delifişek çağrısıdır âdeta:
“Ben yurdumun en sert tütününden bir sigara sarıyorum/Dumanı ciğerlerime değil, iliklerime çekiyorum/ Ne kadar ürkek ceylân varsa Asya çöllerinde/Domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at/Başlıyorlar koşmaya kılcal damarlarımda/Sıcak solukları yalarken anlımı/Toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda.” İşte Dilâver Cebeci’yi, öteki şairlerden kırk adım öne çıkaran edebî-fikrî ve bediî kudret burada gizlidir. Bu yiğit, coşkulu ve bir o kadar da estetik söyleyiş gücünde.
Sembolik, metafizik derinliği olan şiirlere örnek ise “Kadir Gecesi”, “Gözlerim”, “Zaman Masalı”, “Tesbihim”, “Çâh-ı Bâbil”, “Bu Yusuf’un Zindandan Seslenişidir”, “Kandehar Dağlarında Sabah Namazı” (Özellikle: (‘Ben kıyamdayım, tetikte mavzer!’ mısraı, Şark’ta tetikte yaşamanın, uçurumlarla, tehlikelerle kuşatılmış olmanın; âdeta ‘sırat üstünde yaşamanın’, iki doğru ile iki keskin kılıç/iki ateş arasında sıkışıp kalmanın; çetin bir imtihanın ve tahammül gücünün kutlu ve destansı bir ifadesidir.)
“Harput’ta Bir Gün” başlıklı şiir, hatıra çağrışımlı, çok güzel ve güçlü bir şiirdir.
“Kıyâmet” şiiri daha önce de ifade edildiği gibi, aşkla aşkınlığın harmanlandığı, aynı potada eridiği, kristalleştiği güzel şiirlerden biridir. Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan, “Dilâver Cebeci/Bütün Şiirleri” kitabındaki toplu şiirlerini titiz bir bakışla, derin bir idrakle okuyan herkes, onun hakkındaki hükümlerin abartılı olmadığını görecektir.
İşaret edildiği üzere, Dilâver Cebeci çok güzel aşk şiirleri de yazmıştır. “Temennî”, “Aklıma Düştü”, “Ekincikte Bir Gece”, “Tatar Güzeli”, “Evdeşim”, “Yalnızlığa Övgü”,”Sen Varsın”, “Gözlerin”, “Masal Güzeli” (‘Bir çıra aydınlığı eski akşamlardan..(...)/Bir mabet serinliği getirir belki Buhara’dan’) insanı derinden etkileyen, farklı çağrışımlar ihtiva eden, güçlü mısralardır. “Olumsuz Koşma” mümkünsüz aşkın, hüzünlü ve trajik bir hikâyesidir: (Yüreğime kör düğümler atıldı/Çözemedim, çözülmüyor Sultanım/Yıllar yılı kaderimin hükmünü/Bozamadım, bozulmuyor Sultanım..”
“Bakülü Karanfil” de millî efsâne ile iflah olmaz aşkın harmanlandığı iç içe geçtiği şiirlerdendir. Bu şiirin, “Elden ele çok gezdin sen âvâre Karanfil.../Dayanmak kolay değil bu efkâre Karanfil!” şeklindeki nakârat bölümü, okuyucuyu sevdânın ve efkârın en üst semâsına yükselten bir beyittir. Aşkla efsânenin içiçe geçtiği bir diğer şiir de, “Beş Zaman Arasında Bir Kaside” şiiridir. Bu şiirin de nakârat bölümlerinden bir beyit şöyle:
“Aşk henüz bedenle, can arasındaydı!”
Öyle bir zaman ötesiydi ki, vakit, daha, “Kalem yoktu, kâğıt yoktu, harf yoktu!”
Şair bizi burada âdeta oluş öncesine, o kutlu karanlıktan yükselen beyza bir aydınlığa tay-i zaman ettirir. Hatta tabiri yerindeyse, zamansızlığa taşır. Ezelle-ebed arasında şaşa kalır idrakimiz.
“Eski Bir Kasaba Sevdâsından Kalanlar” şiiri ise bir sevdâ şiiri olmanın yanında, satır aralarında, modern şehirlerdeki hissiz, soğuk değişmeyi de hicveder. Artık, “Gamzelerinde serçe kanadı akşamlar” olan sevgili gitmiş, yerini “kırk gözlü beton duvarlar” almıştır. Hepimizin ruhu sıkılır bu soğuk duvarlar ve bencil hücreler ortasında... Şair kendi elemini anlatır ama, içinde biz varız elbette...
Şehir ve şiir, edebiyat var olalıdan beri biricik konusudur şiirin. Çünkü şair büyük aşkları da, büyük acıları da, bu buruk mekânda, bu kaotik ortamda yaşar. Artık kalbi teskin eden o derin ve ulvî sükûnetin yerini, karmaşa ve tedirginlik almıştır. Gamzeli edâların yerini ise buruk, elemli vedâlar...
Aynı burukluğun, aynı derin hasretin şiiri girer araya sonra: “Dönence..”
Şair kirlenmemiş mavileri, nefes kesmeyen denizleri özler. Yedeğine o çok sevdiği vatanın bozkır çiçekleri ile efsunlu rayihasını alıp, seslenir yoldaşına/evdeşine: “Topla çadırları apakayım, burdan gidelim!” Sıladan gurbete, dünyadan maverâya bir hicret çağrısıdır bu. Kederli, kırgın bir göç vaktidir.
Bir ayrılık saati...
“ESKİ BİR HASRET TÜRKÜSÜ”
Cebeci, ne oldu bize? Ne, zaman böyleydi eskiden, ne zemin; “Böyle sert değildi kayalar/Uçurumlar böyle dipsiz!” diyerek, töremize ve kültürümüze yabancı bir gidişatın eleştirisini yapar. Can attığımız ve adına övgüler dizdiğimiz sosyal değişim, aslında köklerimizle hayat bağlarımızı koparmakta, bizi renkli ama kokusuz, gösterişli fakat tatsız, plastik bir meyveye dönüştürmektedir. Bizi, bizden koparmakta, bizi bizden ayırmakta; soyağacımıza Frenk aşısı yapmakta, içtimaî mayamıza ağyar boyası karıştırmaktadır.
Hani, erenlerin ifadesiyle, “Bahçe bizdik ve en güzel bağ bizde idi?.” Ne oldu da, hâzân düştü bahçemize? Ne yazık ki, gidişatı sorgulayan ve “Ulu şâra yoz âşiret aşısı/Yapılır mı, yapılmaz mı soran yok”(O.Y.)
Sona doğru, Cebeci’nin “Bütün Şiirleri” güldestesinde, “Eski Bir Hasret türküsü” çıkar karşımıza. Hasret, hem aşka, hem efsâneye, hem destana, hem de şiirin burçlarından birine dahildir. Behçet Necatigil ustanın üç kavramla özetlediği, “Hasret, Gurbet ve Hikmet Burcu” var ya...
Cebeci, şiirin bu oluş sürecini bütün derinliği ile yaşar. Fantezi bir kurgu değildir onun gurbeti de, hasreti de, hikmeti de. Yüreğine aşk ve ateş düşmüş ender şairlerdendir; baştan beri söylediğimiz gibi, onun şiirini derin ve yoğun yapan ana âmil budur. Çeliğe verilen bir bengisu gibi beyne ve yüreğe işler şiiri. Âdeta ölümsüzlük iksiri aşılar sevdalı, yangın gönüllere...
Beyninde ve yüreğinde aşk ve dert olmayan, bu burçları, bu surları, bu sırları, bu hisarları aşamaz; şiirin muhteşem ülkesine ulaşamaz... Dalgasız, sığ sularında ömür boyu çırpınır durur. Büyük ve kutlu çıkışı, müşahhas dünyadan bağımsız mânâ fethini bir türlü gerçekleştiremez...Yaşantının kısırdöngüsünü, eşyanın engelleyici eşiğini bir türlü aşamaz...Bu yüzden de, zaman aşınmasına direnebilecek, kalıcı eserler üretemez, ne yazık ki!..
“Eski Bir Hasret Türküsü” şiirindeki estetik işçilik ve mânâ kuyumculuğu apaçık ortadadır:
“Gözlerim Yesrib’de bir derin kuyu/Nice yıllar var ki, çekilmiş suyu/Çöller yuttu gönlümdeki orduyu!/Vuslât diyârına salamıyorum!” Ülkemin, yaşı yetmişi aşmış bazı şairleri, sana, bana, ona, şuna falan şiir yazar da; fakat bir türlü gerçek şirin ilim ve iklim kuşağına dahil olamaz.
Kuşatılmış rûhun, fizik ve metafizik zindanından, ancak bediî kudretle, kök ve gök bilginin irfânı, ilhâmla, imânı ile çıkabilir şair. Yoksa hep o alacakaranlıkta kalır... Cebeci bu zor işi başaran, zindanın dışına çıkabilen, nefsin mahpushânesine gökçe ışıklar düşürebilen ender söz ustalarındandır.
Bazı kırılmalar yaşasa da, asla ümitsiz bitmez şiir macerası Cebeci’nin. Der ki, “Gönül zindanını yıkar/Birer birer dışa çıkar!” Bu, “büyük çıkışı” hepimiz özlemekteyiz; tabiî ki sadece özlemek, arzulamak yetmez. Ferhat gibi külüngü, şair gibi kalemi elimize alıp, kayaları delmeli, engelleri aşmalı, özlenen ülkeye ulaşmalıyız!..
Şair, ülkücü/ideâlist bir dünya görüşüne sahiptir. Yiğit ve imânlı bir Türk şairidir. Kutlu töre ile ulu kelâmı, çeliğe verilen su gibi birbiri içinde eritir ve bundan müstesna bir terkip inşa eder. Mustafa Yıldızdoğan tarafından bestelenen ve İstiklâl Marşından sonra en çok dinlenen, meşhur “Türkiye’m” şarkısının sözleri bunun delilidir. Cebeci’nin bestelenmiş başka şiirleri de var. Şairin, “Esmer sevdâm” dediği, en sevilen şiiri ise, aşkın çağdaş destanı sayılabilecek, çok çağrışımlı, duygusal ve trajik bir şiir olan, “Sitâre”dir:
Onun gönül yakan birkaç mısraını bir kere daha hatırlayalım:
“(...) Burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tespih
Geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
Her akşam dokuzda yat borusu çalardı
Yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
Bir derin uykuya atardım kendimi
Siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
Bende onu alır anamın düşlerine kaçardım..”
(...) Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum...
“(...) Seninle konuşurken Sitâre
Aklıma yıldızlar dökülüyor
Bir çaresiz Zühre oluyorsun Bâbil caddelerinde
Ateş gözlü kâhinler koşuyorlar arkandan
Binlerce meşâlenin ışığı kımıldıyor saçlarında
Gökyüzü salkım salkım
Zigguratlar tıklım tıklım..”
“(...) Bir gün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
Gidip bir Uygur çadırında göğü dinledim
Kara bulutlar kükrerken bir Kaşkar sabahında
Oturup Aprunçur Tigin ile seni konuştuk..”
“(...) Heyy! Gidip geliyorum bu çöllerde
Kureyş’in heybetli ve inatçı develeri
Hiç aldırmadan benim esmer sevdâma
Geviş getiriyorlar ufka bakarak
Ben kaçıp Yesrib’e sığınıyorum
Yesrib bahane, bir kitaba sığınıyorum
Dağda, ovada, badiyede okuduğum hep elif
Elif diyorum Sitâre, sineme elif çekiyorum
“Ah minel aşk-ı ve hâlâtihi..”
Çok eski bir gerçektir bu biliyorum..)
(...) Sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime
Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitâre..”
Bu şiir, bir baş eser sayılacak kadar güçlüdür. Üstelik 15 dakikalık bir zaman diliminde yazıldığı düşünülürse, şairin şiir söyleme kudreti daha iyi anlaşılır sanıyorum. Bu şiir, aynı zamanda aşkın zaman ve ferman dinlemediğinin de, cesur ve samimi bir ifadesidir. İtiraf edelim ki, hepimizin gönlünde gizli bir “Sitâre” vardır ve ebedîyen bizimle birlikte orada yaşar...
Sözü bağlarken şunu bir kere daha tekrar edelim ki, değerli şair Dilâver Cebeci, Yahya Kemâl, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi topluma mâl olmuş değerli şairlerin devamcısı niteliğinde; yerli, millî, ulvî ve çağdaş Türk şiirinin önemli bir ismidir.
Gelenekli Türk şiirinin yaşayan usta şairi Dilâver Cebeci‘yi saygıyla selâmlıyorum...
CEBECİ’NİN ŞİİRİNDEN SEÇMELER
Bozkırda Kalan Sancı
O çocuklar birer birer gittiler...
Soylu sevdâ türküleri dudaklarında,
Saclarında kurt nefesi rüzgârlar,
O çocuklar birer birer gittiler...
Bir tamu karanlığı keleplenirken bozkıra
Kehkeşenlardan yıldız gibi indiler.
Tutuşturdular yeniden küllenmiş ocakları,
Bacalardan duman duman tüttüler...
Bir öğünç hil'ati gibi giydiler güzelliği
Ufuklara oturup dolunayı sevdiler.
Uzun, siyah kirpiklerinde seyyareler yanardı,
Ağ buluttan atlarla ta Sidre'ye yettiler...
Onlar, Oğuz mayası gök ışığın erleri,
Onlar, ülkü çağının bahadır melekleri...
Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri,
Haceru'l esved gözlerini gönlümüze resmettiler...
Eyvah biz kaldık esfel-i sâfilinde!
Ahsen-i takvim üzre, onlar geçip gittiler...
Gözlerin
Siyah mı, elâ mı, yeşil mi bilmem?
Gözlerin, gözlerin, aman gözlerin!
Alır beni mor dağlara çıkarır,
Sevdalı başımda duman gözlerin.
Göz kırpmadan çağlar boyu seyretsem
Aşkın çağırdığı menzile yetsem
Puma-yelken orda kaybolup gitsem
Bir uçsuz bucaksız umman gözlerin.
Gözlerin bir çölde lâcivert gece
Işıklar oynaşır sarışın, ince
Her sînede yara açar derince:
Zağlı kılıçlardan yaman gözlerin!
Varlıklar üstünden sessizce aşan,
Yıldızlar söndürüp, yıldızlar yakan,
Şakağımda beyaz izler bırakan,
Sırlı ve muhteşem zaman gözlerin.
Gözlerin cenklerde yaşatır beni,
Gerilmiş bir yaydan boşaltır beni,
Bozkır hilâlince kuşatır beni,
Gözlerin, gözlerin aman gözlerin!
Bekleyin...
Toprağınıza yağmurlar yağar bir gün
Ve ıslanır kirpikleriniz.
Masal gibi geceler geçer üstünüzden,
Yorgunluğunu yitirir elleriniz.
Bir sarı kurşun geçse aklınızdan,
Benim de gözlerimden atlar geçer dörtnala.
Atlar...Asyalı atlar...ak nişanlı al atlar...
Süvarileri bulanmış kana.
Yüreğimde bir sevgi şarktan garba ulaşır.
Denizler bende yaşar, dertlerini bilirim.
En eski gemiler gönlümde pupa-yelken;
Umulmadık bir yönden, bir gün çıka gelirim...