Kasım 2008

Ö T E S İ

 

26.04.2024 



Seyran

 
Hayri Ataş

İlkokul öğretmenlerim… (HULUSİ GÜRKAN – MUSTAFA ÖZERDEM)


İlkokulu Sivas’ın bir köyünde okudum. Beyaz badanalı, etrafı ağaçlarla çevrili, bahçe içinde küçücük, bir okul. Çatısından güvercinler eksik olmaz, bahçesinde söğüt, kavak, erik, elma, armut ağaçları ve kırmızı, pembe açan güller vardı. İki sınıflı bir okul, bol pencereli, pencerelerinde tahta panjurlar. Sınıfların küçüğünde birinci ikinci sınıflar, büyüğünde ise diğer sınıflar okurduk.

Okulun bahçesine toplanmış çocukların gürültüsü öğretmenlerin gelişiyle önce yavaşladı sonra tamamen kesildi. Öğretmenlerden birisi elindeki listeden isimleri okuyor, adı okunan çocuk da öğretmenin önünde sıra oluyordu. Murat, Ahmet, Sevim vs. Bu isimleri ve çocukları tanıyordum. Hemen hepsi oyun arkadaşımdı. Zaten köyde kaç kişiydik ki…
Bekledim, bekledim, bekledim… Benim de ismim okunsun diye bekledim fakat benim ismim bir türlü okunmuyordu. Öğretmen elindeki listeyi tekrar kontrol ettikten sonra bahçede sıraya girmemiş tek çocuk olan beni çağırdı. Hayri, sıraya girsene… Şaşırdım, benim adım Hayri değildi ki, hiç kimse bana Hayri diye seslenmezdi. “Benim adım Hayri değil!..” dedim ama öğretmene dinletemedim ve ben Hayri olarak sıraya girdim.. Beni hep göbek adımla çağırdıkları için resmiyetteki adımı ancak ilkokula başladığım gün öğrenmiştim. O günden beri de Hayri’yim. 1979 yılındaki bu hadisenin üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş. O gün beni Hayri diye çağıran Hulusi Gürkan ve Mustafa Özerdem hocalarımı hiç unutmadım. Fakat Hulusi beyi 29, Mustafa beyi de 27 senedir hiç görmedim. Neredeyse on yıldır da kendilerini bulmaya, birçok onlara ulaşmaya çalışmama rağmen hep başarısız oldum. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine internet yoluyla onları aradım ve aynı isimden onlarca kayıt buldum. Her ikisi de öğretmenliğe devam ediyormuş. Mustafa Bey memleketi olan Elazığ’da bir okulda, Hulusi Bey de Kayseri’de bir okulda görev yapıyormuş. Okulların telefonlarından aradım ve kendilerine ulaşmayı başardım.
İlkokulu Sivas’ın bir köyünde okudum. Beyaz badanalı, etrafı ağaçlarla çevrili, bahçe içinde küçücük, bir okul. Çatısından güvercinler eksik olmaz, bahçesinde söğüt, kavak, erik, elma, armut ağaçları ve kırmızı, pembe açan güller vardı. İki sınıflı bir okul, bol pencereli, pencerelerinde tahta panjurlar. Sınıfların küçüğünde birinci ikinci sınıflar, büyüğünde ise diğer sınıflar okurduk. Yazın ve baharda pencerelerimiz açık olurdu. Püfür püfür serinlik ve ağaçların, çiçeklerin kokuları arasında ders yaparken teneffüsü iple çekerdik. Kışın ise kapı pencere sıkı sıkı kapatılırdı. Zira evlerden getirdiğimiz ve sabahları bizden büyük ağabey ve ablalarımızı nöbetleşe yaktıkları sobanın sıcaklığını Sivas’ın o dondurucu ayazında içeride tutmak zordu.
Okulun müdürlüğünü yapan ve büyük sınıfların dersine giren Hulusi Bey, gayet ciddi, tertipli birisi olduğunu her halinden belli ediyordu. Yürürken, konuşurken, bir şeyle uğraşırken çocuk muhayyilemde sert fakat cana yakın bir adam tipi çizmişti. Zaten birkaç hafta sonra da tayini çıktığı veya kendisi öyle istediği için ayrılmıştı. Fakat benim hafızamda alnından arkaya doğru dökülmeye meyletmiş saçları, güleç yüzüne daha renk katan gözlükleri, tertemiz giyimi ve bir de zarafetiyle kalmıştı. Dersimize hiç girmedi. Belki hiç konuşmadık bile fakat adı ve etkisi bende kalmış. Yıllar sonra internet vasıtasıyla kendisine ulaştığımda aynı zarafeti tekrar hissetmiş olmaktan mutlu fakat resmini gördüğümde saçlarındaki açılmanın artmasından biraz hüzünlüydüm. Demek ki yıllar geçerken bazı şeyleri de götürüyormuş.
Mustafa Özerdem o yıl yeni tayin olmuştu bizim okula. Uzun boylu, yakışıklı, esmer tenli birisiydi. Bizim derslerimize Mustafa Bey girmeye başladı. Bize ilk günden itibaren nasıl kalem tutacağımızı, defteri nasıl kullanacağımızı gösterdi. Bunu da bizi incitmeden, üzmeden ve sabırla yapıyordu. Dakikalarca bir harfin nasıl yazılacağını, çizmeye nereden başlayacağımızı gösterirdi. Biz ise bazen inatla onun söylediklerinin tersini yapar, bazen de hakikaten beceremezdik gösterdiklerini yapmayı. Sesleri öğretirken de, heceleri telaffuz ederken de aynı şeyler devam ve tekrar ederdi. Mahallî ağızla konuştuğumuz kelimeleri yazı dilindeki gibi söylemek bazen bizi güldürürdü, hatta kendi aramızda dalga da geçerdik. Mesela “emmi”miz derken birden “amca”mız oluvermiş, “şinci”miz “şimdi” olmuştu. Gerçi ben İstanbul’da okumak için köye gitmiştim, ilk gittiğim zaman çocuklar benim konuşmamla da dalga geçmişlerdi fakat zamanla ben de onlar gibi konuşmaya alışmıştım. Şimdiyse tekrar başa dönmüştüm.
Çizgiler, harfler derken bir de baktım ki yazmayı ve okumayı öğrenmişim. Bu başarımın ödülü de yakama takılan kurdele ile öğretmenimin bana ve benim gibi okumayı yazmayı öğrenenlere hediye ettiği kırk sayfalık mavi kaplı bir defterdi. Öğretmenim bu defterin ilk sayfasının ilk satırına dolmakalemle adımı yazmıştı. Hocamın dolmakalem kullanmasındaki zarafet beni o kadar etkilemiştir ki, ben hâlâ onun tesiriyle dolmakalem kullanırım. Birinci sınıfın sonuna geldiğimizde hepimiz oldukça rahat ve düzgün bir şekilde okumayı, yazmayı öğrenmiştik. Mustafa Hoca bilhassa hızlı, yanlışsız okumamız ve güzel yazmamız için sürekli bizi motive eder, arada sırada kulağımızı çektiği de olurdu. Okul kitaplığındaki kitapların dışında bizim seviyemize uygun kitapları şehirden getirmiş bize dağıtmış, aramızda değiş tokuş yaptırarak o yıl içinde yaklaşık otuz kitap okumamızı sağlamıştı. Bize ders kitabımızdaki şiirleri ezberlememiz konusunda da tembihlerde bulunan Mustafa Hoca, daha sonra bizi tahtaya kaldırır ve bunları bize ezbere okuttururdu.
Köyde çocukların eğlenceleri ve oyunları belliydi. Şehirdeki çocuklar kadar oyun ve oyuncaklara sahip değildik. Her türlü oyuncağımızı kendimiz yapar, arada yeni yeni oyunlar da icat ederdik kendimize. Mustafa Hoca da bazen okul içindeki bu oyunlarda bize katılır, daha çok da bizim düzgün bir şekilde oyun oynamamızı sağlamak için yardımlarda bulunurdu. Bunun içinde şüphesiz en önemlisi bir meşin toptu. O zamana kadar, ya hayvanların tımar edilirken çıkan kıllarından yuvarlayarak yaptığımız kıl toplarla oynar, ya da patlamış bir plastik topun peşinde koşar dururduk. Mustafa Bey şehirden döndüğü bir gün bize bir sürpriz yaptı. Elinde sarıya yakın bir havası inmiş top vardı. Bu topu önce bir güzel yağladı, güneşe koydu, bekletti. Daha sonra içine şişirilecek lastik kısmı yerleştirdi. Süpap kısmını dışarı çıkararak, topun ağzını dikti. Sonra bisiklet pompasıyla şişirdi ve bizim elimize verdi. Aman Allah’ım dünyalar bizim olmuştu. Artık kurtulmuştuk yırtık, patlak toplardan, minicik kıl torbalarında. Teneffüslerde ve okul çıkışında oynadık da oynadık. Havası indikçe Mustafa Hoca şişirdi, patladıkça Mustafa Hoca yamadı, biz oynadık. Bize iş yapmayı da öğreten Mustafa Hoca top patlayınca nasıl şişireceğimizi, nasıl yama yapacağımızı da göstermişti. Artık böyle durumlarda kendi işimizi kendimiz yapıyorduk.
Tertipli olmak hususunda da Mustafa Hoca bizi sürekli uyarır, kontrol ederdi. Köyde çocuklar aynı zamanda ailelerine de yardımda bulunmak durumundaydılar. Bu yüzden akşam belli saatlerden sonra dışarı çıkmamız Mustafa Hoca tarafından yasaklanmıştı. Uymayanımızı kulağının çekileceğini bildiğimizden bu yasağa mümkün mertebe uyardık. Bazen de Hocanın bizi göremeyeceği kadar uzak yerlerde oyuna devam ederdik. Ödevlerimizi düzenli olarak kontrol eden Mustafa Hoca, daha sonra bu görevi sırayla bize yaptırmaya başlamıştı. Bu onun hem bize güvenmesi hem de bizim iş yapmayı öğrenmemiz anlamına geliyordu. Okulun bahçesini çapalamak, ağaçların diplerini kazıp toprağı havalandırmak, onları sulamak da bizim vazifelerimiz arasındaydı. Mustafa Hoca da bizimle beraber bu işi yapar, hatalarımızı düzeltirdi. Ve daha birçok şeyi beraber yapardık.. Karatahtayı boyamak, ufak tefek tamir işlerini yapmak gibi… Şimdi anlıyorum ki Mustafa hoca, bize sadece öğretmen değil aynı zaman da arkadaşmış da…
Mustafa Hocayı da Hulusi Hocayı da, başta da belirttiğim gibi, yıllardır görmedim. Kendilerini aradığımda beni tam olarak hatırlayamadılar, zaten hatırlamaları da zordu. Çünkü yıllardır sayıları binlerle ifade edilen öğrencilerin hepsini hatırlamak da neredeyse imkânsız. Bu geçen zaman benden de çok şeyler alıp götürdü. Bunların bir kısmı da hafızamdan gitmiş. Şimdi birden hatırlamaya çalışınca birçok şey düzensiz olarak hatırıma gelmeye başladı. Bunlardan birisi de üçüncü sınıfın sonunda İstanbul’a annem ve babamın yanına giderken Mustafa hocamın, okulun bahçesindeki gülün önünde çektiği resmim. O resmi yıllarca sakladım fakat uzunca zamandır aramama rağmen bir türlü bulamıyorum. Zira çocukluğuma ait en güzel resimlerden birisi olarak kalmış hatırımda. Belki öğretmenimin o resmin öğretmenimin çekmiş olmasından dolayı öyle hissediyorum. Mustafa Hocamdan görüştüğümde, eğer kendi arşivinde varsa, o resmin bir kopyasını vermesini rica edeceğim
Bu yazı sadece eğitim-öğretim yılın sonuna yaklaştığımız şu günlerde hocalarımı bir kez de böyle hatırlayıp selamlamak içindi. Kendilerine her şey için teşekkür ediyor, sağlıklı ve uzun ömürler dileyerek ellerinden öpüyorum.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam 4225 defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002