İnsanlar birbirini kötüleyerek ün kazanmaya çalışıyorlar. Böyle bir dönem yaşamaktayız. Bu çekişmelerden uzak duranların üstü başı daha temiz kalıyor. Bilinen bir gerçektir ki insan başkalarının kusurunu dile getirirken biraz da kendini tarif etmiş olur. Üzerinde durduğu konularla ve de özellikle üslubuyla…
Son zamanlarda zihnimizin ve daha da önemlisi ruhumuzun kirlenmesini önlemekte zorluk çekiyoruz. Böyle düşündüğümüz, böyle bir izlenim edindiğimiz, böyle kötümser bir ifade kullandığımız için de ayrıca üzüntü duymaktayız.
Neden böyle oluyor? Neden başkalarını anlamaya çalışmıyoruz da hep anlaşılma çabası içindeyiz? Üstelik, olduğumuz gibi değil de, olmak istediğimiz gibi anlaşılma arzusu peşimizi bırakmıyor.
Okumuş insanımızın nelere umut bağladığını görmekten doğan hüzün bizi durgunlaştırıyor. Sevgiden mahrum kalmak bakışlarımızdaki canlılığı eritiyor; donuklaşıyoruz.
Kendimize güvenimizi yitirmeden olaylara açık bir zihinle ve açık bir yürekle baktığımızda, çoğumuzun aynı erdemleri aradığımızı görebileceğiz; gerçeklere susadığımızı itiraf edeceğiz.
Kadd-i dildare kimi ar’ar dedi kimsi elif
Cümlenin maksûdu bir amma rivayet muhtelif
Sevgilinin boyu için kimisi servi demiş kimisi de elif. Hepsinin niyeti aynı ama söylentiler farklı.
Yine sakin bir kafa ile ve içtenlikle baktığımızda anlaşmazlıkların kökeninde “ayrıcalık” avantajını kaybetme korkusunun ve statükoyu koruma kaygısının yattığını fark edebiliriz.
Birbirinden farklı ilim alanları olarak görülen felsefe ile matematik gibi iki ayrı dalda çalışmalar yapmış olan Fransız yazar ve araştırmacı Diderot “Her imtiyaz, hürriyete bir tecavüzdür” demişti. Bunun böyle olduğunu çoğumuz biliriz. Her ne kadar bazılarımız bilmezlikten gelirsek de… Kendini gerçeği bulmaya adamış bir fikir adamı söyleyince daha da düşündürücü oluyor.
Erdem ya da etik değerler bahis konusu edilerek sık sık ortaya konan tartışmalarda taraf olmak bazen bizi haksızların yanında yer almak zorunda bırakabilir. Onun için “mümkün mertebe” yani elimizden geldiğince, siyasi yorumlara yol açabilecek konulardan uzak durarak tefekkür âleminde bir gezinti yapalım.
Denin düşünenlerin, gönüllerinde nasıl bir yük taşıdığını bilirsiniz. Tanınmış bir tarihçi ve aynı zamanda edebiyatçı olan bir düşünür T. Mommsen diyor ki “Istırap çekmeyen bir deha (dâhi) yoktur.”
İnsanlar, dostluğun ne kadar önemli olduğunu, yüce bir duygu olduğunu bilirler. Ancak duygularını sunmaktan çekinirler, sanki korkarlar. Belki de iyi saklanması gerektiğini düşünürler. Ama dostluk olmadan sevgi yaşatılamaz ki… En güzel hatıralar dostların ortak duygularından doğar. Dostluk, kaybetmedikçe değeri pek bilinemeyen büyük bir nimettir.
Hepimiz biliriz ki “zaman” dediğimiz o ezeli sır, hemen her şeyi eskitir, yıpratır ama dostluğu güzelleştirir. Gösterişten ibaret olmayan hakiki dostluğu… O gerçek dostluk gıda olarak zamanı kullanır. Açılan çiçekler, yeşeren yapraklar gibi… Onun için zamanı boş geçirme hakkımız yoktur.
Aristoteles söylememiş bile olsa yine hepimiz biliriz ki “Hakikî dostluk iki ayrı bedendeki tek ruhtur.”
Bir evvelki yazımızda ilimden irfandan bahsetmiştik. Erdemlerden soyunmuş (soyutlanmış) bilgi basit bir kurnazlıktan başka bir şey değildir. Bilginin değeri neye yaradığıyla ölçülmelidir. İnsana verdiği maddi hizmet ve manevi haz ile değerlendirilmelidir. İlim ve teknik kolay elde edilen bir servet değildir. Ceht ve gayret ister, emek ister. Ruhumuza sağlık ve olgunluk kazandırmak ise çok daha zor bir iştir. Asıl eğitim budur, edep budur. Ruhsal rahatsızlıklar tedavi edilebilir; ancak ruhları karartan kirlenmeyi gidermek, ağartmak zordur, bazen imkânsızdır.
Mutlak güzelliğe ulaşmak için bütün yaratılanları sevebilecek bir olgunluğa ermek gerekir.
Plotinos doğuda yetişmiş, tasavvuf terbiyesi almış bir kişi olduğu için, güzelliğin aşksız var olamayacağını biliyordu. Bizim halk şairimiz Veysel de âşık olduğu için
Güzelliğin beş par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
diye türkü çağırırdı.
Tasavvuf erbabının ilimi hafife aldığı öne sürülür. Büyük mütefekkir Farabi’nin şu sözü aslında bu yanlışı düzelten bir hikmettir:
“Allah’a ulaşmak için bilmek gerekir”
Bu yazımızda, çeşitli meslek gruplarının “var olduklarını” gösterebilmek için, ortalığa dökülüp toz duman içinde kaldıkları şu dönemde politikadan uzak durabildik mi bilemiyorum. İşte bu cümle bile bu işten kaçmanın zorluğunu gösteriyor. Varlığını ispatlama çabası insanı yokluğa götürüyor, tüketiyor.
Dekart “düşünüyorum, o halde varım” dedi.
Andre Gide “hissediyorum, o halde varım” dedi.
Egzistansiyalistlerin ustası Heidegger “var olduğum için, bir varlık olduğum için düşünüyorum” diye söze başladı. Sonra da ekledi: “Metafizik insanın tabiatına aittir. O ne bir mektep felsefesinin payıdır ne de fantastik yaratıkların kanat açtığı bir alandır. O, varlığın içinde esaslı bir andır. Bizzat varlığın kendisidir. Niçin genellikle varlık olsun da hiçlik olmasın?”
Volter’in dediği gibi “Doğru olanı bulmak ve iyi olanı uygulamak felsefenin iki önemli unsurudur.”
Biz de hayat felsefemizi hakikat, güzellik ve iyilik üzerine kurma gayretinde olalım.
Dilaver kardeşime
Kandehar dağlarından bize haber getirdi.
“Baş koymuşum” demişti “Türkiyemin yoluna”
Dünya onu yitirdi, o dünyayı yitirdi
Bıraktı goncaları, güllerinin dalına
“Geldi ircî emri, açıldı sema” diyordu
“Şair veda etti iklim-i Ruma” diyordu
Mevlam ona gel artık, gel yanıma diyordu
Allah rahmet eylesin bu Dilaver kuluna.
Not: Mayıs 2008 sayımızdaki yazıda bahis konusu alıntılar Ali Osman Bey hocamızın bir başka dergideki yazısından alınmıştır.