Çöller aşkın zirvesi, çöller Mecnûn’un yurdu,
Küstah akıl başını çöllerde taşa vurdu...
Keşke bir altın çağda yeryüzüne gelseydim,
Çöllerin bildiğinden ben de biraz bilseydim!
Görklü güneş titrerken bir kılıcın ucunda,
Mucizeler şavkıdı muhabbetin burcunda...
“Umulmadık bir yönden, bir gün çıka gelirim..”
Takdim
Çağdaş Türk şiirinin güçlü şairlerinden Dilâver Cebeci, yaşadığı kalp krizi sonucu, rahmet-i Rahmana kavuştu. Bestelenen, “Türkiye’m” ve “Sultanım” isimli şiirleriyle tanınan Dilaver Cebeci, Türk ve İslâm terkibinin yiğit, yiğit olduğu kadar da edebî ve estetik bir şairi idi. Onun duygu ve düşünce dolu, ılgar şiir atları aşk coğrafyasından, kültür coğrafyasına, bütün Türk-İslâm havzasına doğru kanatlanır. Buradan bize dair esintiler, güzellikler devşirir ve insanımıza sunar. Yokluğu, Türk fikriyatı için de, Türk edebiyatı için de, Türk şiiri için de, büyük bir kayıptır. Ama neylersin ki, ölüm herkesin başında ve “her canlı ölümü tadacaktır.”
Türk milletinin, Türk edebiyatının, hepimizin başı sağ olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
Bu yılın başında, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinde, Cafer Vayni’nin gayretleri ile onunla ilgili düzenlenen toplantıda dinleyicilere sunduğum, “Dilâver Cebeci’nin Şiir Coğrafyası” başlıklı kapsamlı metni dikkatlerinize sunuyorum:
Konu şair olunca, söze şiirle başlamak gerekir...
Harput’ta Bir Gün
“Mor kadife bir akşam, Hazar gölüne vardım,
İçimdeki çölleri, destanlarla suvardım...
(...)
Kıyıda söndürmüşler vuslatın ışığını,
Yutmuş karanlık sular Hazar’ın âşığını...
(...)
Üstüme her taraftan yıldızlar akıyordu,
Burçlar harabelere menkıbe okuyordu...”
“Medine”
(...)
Gün ışığı değmeden mor perçemli dallara,
Azığım yüreğimde düştüm uzun yollara...
(...)
Çöller aşkın zirvesi, çöller Mecnûn’un yurdu,
Küstah akıl başını çöllerde taşa vurdu...
Keşke bir altın çağda yeryüzüne gelseydim,
Çöllerin bildiğinden ben de biraz bilseydim!
Görklü güneş titrerken bir kılıcın ucunda,
Mucizeler şavkıdı muhabbetin burcunda...
Yıldızlara yönelmiş fişekler görüyordum,
Ben ise çırılçıplak içimde yürüyordum...
İçim göklerden geniş, içim süt beyaz bir nâr,
İçimde mâmureler, fîrûze şehirler var!
(....)
Sesin sırrı kubbede, kubbede asîl nakış,
Yedi renkten süzülüp sonra vahdete akış...
Kuşat beni ey kubbe, rûhuma serinlik ver,
Tezyîn et âyetlerle, fikrime derinlik ver!
Ey medîne, erdemim, durağım, karar yerim!
En eski sığınağım, eskimeyen eserim!..
Vahşetin mızrağına hedef olmadan sînem,
Sakla beni medînem, koru beni medînem!..
CEBECİ’NİN ŞİİR COĞRAFYASI
Valery, “Güzel olan hiçbir şey özetlenemez” der; şiir de, bu hükme dahildir.
Bir mısraında şöyle diyor Dilâver Cebeci:
“Yüreğimde bir sevgi şarktan garba ulaşır.”
Son dönem Türk şiirinin usta şairi Dilâver Cebeci’nin mavi kanatlı şiir atları Orta Asya bozkırından, Anadolu’ya, İslâm diyarından, beş kıtayı kuşatan Osmanlı ülkesine varıncaya kadar, çok geniş bir iklim kuşağında, çok geniş bir kültür/irfân coğrafyasında, ‘aşk ve aşkınlık’ koşusuna çıktığı için, yazımızın başlığını, “Dilâver Cebeci’nin Şiir Coğrafyası” diye isimlendirdik.
Epik şiirden, lirik, poetik ve mistik şiire kadar zengin ve rengin bir şiir atlası çizen şairin şiirlerinde, edebî sanatların ve bir şiiri güçlü kılan unsurların hemen hepsi yer alır. Ses, ahenk, şekil, mânâ, çağrışım, musıkî, estetik, soyutlama ve özgün semboller bulma kudretine varıncaya kadar her şey. Ayrıca, yaşayan, güzel Türkçe sevgisi ve zengin bir dil dağarcığı da kendini mısralarda gösterir. Çünkü yerli ve millî şuur, en evvelinde dil şuuru, Türkçe sevgisi, Türkçe saygısı ile başlar. Cebeci’nin şiirini okurken, edebî lezzet yanında, yeni kelimelerle de tanışır okuyucu. Ilgar, sagu, sagu sağmak, savatlı, zağlı, yöğrük ve savaklamak... bunlardan sadece bir kaçı..
Bu soylu ve güçlü şiir koşusu, Kutlu Töreden, Mukaddes Bilgiye, soylu ülküden, sonsuzluk ülkesine (Orta Asya’dan, Asrı Saadete) doğru bir seyir çizer... Onun şiiri, “Mutluluk ve onur veren Bilgi” ile “Ebedî Cennetler Vadeden Kutsal Kelâmın” yerli ve millî bir duyarlılıkla, ölümsüzlük fikriyle yoğrulmuş terkibin âlî ürünü, efsunlu bir eseridir.
Bir yanda, “Ne Mutlu Türküm Diyene” şiirindeki millî tema ve edâ seslendirilirken;
Gönül verip gökte aya
Yoldaş olup yele suya
Selâm doğudan batıya
Ilgar ile yürüyene
“Ne mutlu Türküm diyene”
Hür insanlar ülkesinde
Kulağı ezan sesinde
Ay-yıldızın gölgesinde
Nöbet tutup baş eğene
“Ne mutlu Türküm diyene”
Öte yandan, girişti sunulan “Medine” gibi mânevî, İslâmî bir şiir çıkar karşımıza. İkisi de bizim, ikisi de bizden. Çünkü Cebeci, bizim şiirimizi yazar. Bizim cemiyet cevherimiz bu aslî iki unsurdan oluşur.
Daha birçok şiirle birlikte, “Mavinin Türküsü” buna güzel bir örnektir:
“Bir Kafkas’tayım, bir Çin’deyim../Gök bıçaklar sapladım, karanlığın karnına/Sürüsü yitmiş çobanların düşündeyim..” der şair. Ve devam eder: “İçim içime sığmıyor, maytaplardan deliyim/Bir bayrak dalgalansa yüceden; ‘Hadi’ dese birisi/Peşindeyim, vallahi peşindeyim!”
Hani, “Çılgın Türkler” deniyor ya, şair Dilâver Cebeci de, böylesine taşkın, dizginsiz ve çılgın bir yüreğe, ataları gibi dizginlenmez göçebe bir rûha sahiptir. Onun şiir coğrafyası dil, iklim, çağrışım ve özgün imaj örgüsü açısından da, Dede Korkut’tan Yunus Emre’ye, Gazel tarzından, Karacaoğlan’a uzanan, kuşatıcı, terkipçi, sentezci bir ilme, iklime sahiptir.
O hep töre ve vahiy ekseninde koşturur şiir atlarını. Biricik meselesi geleneği hem güne anlatmak, hem de geleceğe taşımaktır. Güçlü Türk şiirinin ana damarı, cevheri, bitmez-tükenmez öz kaynağı bu mecradır. Çünkü o, “geleneği olmayanın, geleceği de olmaz (O.Y.)” idraki etrafında hareket eden, eksen bir fikre sahiptir. Ancak şiiri ne slogan şiirdir, ne de vaaz şiiri. Dikte etmez, telkin eder. Has şiirin edebî metodu, fikrî diyalektiği, estetiği, bediî nizamı da budur zaten. Onun şiiri bu yönüyle slogan milliyetçilerinin sanatsız, tedâisiz sığ şiiri ile; kendilerini “İslâmcı” diye tanımlayan şairlerin, edebî ehliyetten ve özgün yaratıcılıktan yoksun, tebliği şiirinden çok ileri bir noktadadır. Güçlüdür, derindir, yoğundur. O hem millî romantizmin, hem dünyevî aşkın, hem de metafizik şiirin en üst örneklerine imza atmış, güçlü bir şairdir. Onun hilâl heybeli, ak pusatlı, gül kokulu, esrik sevdâlı, eyerleri bengütaşlı şiir atları; yaşadığımız dünyanın buruk, buğulu ve öfkeli rüzgârlarından hız alarak; aşk duraklarında soluklanıp; sonra da aşkınlığa (fizikötesine), sonsuzluk menziline doğru sürdürür yürüyüşünü. Çok sevdiği ifade ile söylersek, “Ilgar atlarla” çıkar şiir koşusuna; kâh Çin’dedir, kâh Maçin’de...
ÜLKÜSÜ AŞKI, AŞKI ÜLKÜSÜDÜR
Bir şiirinde, “Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını/Bir de seni seviyorum” der. Onun aşkı ülküsü, ülküsü aşkıdır. Aşk ve aşkınlık... O, 70’li yılların o meşhur sloganı ile ifade edersek, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” bir şairdir. Türk-İslâm terkibini kalbinde ve beyninde yaşayan, sonra da okuyucuya yaşatan şairdir. Bu cevheri, bu mânâ iklimini özümseyen, onun ilmini ve ahlâkını rûhuna, genetiğine katan insandır.
Bu müktesebatı, bu muhtevası, bu âlî terkibi münasebetiyledir ki, efsâne ve destanların olduğu kadar, aşkın ve ulvî dünyanın da, en güzel, en sanatlı, en poetik şiirlerini yazmıştır.
Rüzgâr yeleli, mavi kanatlı, dörtnala şiir atları, bir bakarsınız Asya bozkırında tozu dumana katar; bir bakarsınız Kandehar’da akşam namazında secdeye varır; bir bakarsınız yiğitçe cenge durur; bir bakarsınız efkârlı bir karanfil hüznüne bürünür... Çünkü hüzün, bitmez hazinesidir şiirin...
Bir bakarsınız kutlu bir ülkü sevdâsına tutulur; bir bakarsınız gül kokulu Muhammed’in nevcivan bir çerisi olur; bir bakarsınız, bir güzelin gamzesiyle yaralanır...Bir, mümkünsüz aşklar ezer yüreğini; bir, yenik düşmüş delikanlıların dramatik hikâyesi...
Yani, Dilâver Cebeci’nin şiir coğrafyası, aynı zamanda kültür, irfân ve imân coğrafyasıdır. İslâm’ın cari olduğu bütün toprakları ve iklimleri, rüzgâr hızıyla, selim bir kalp ile dolaşır ve bu coğrafyadan menkıbeler, destanlar, efsâneler, renk ve rayihalar devşirir. Sonra da efsunlu bir cihannümâ gibi, bize dair bütün güzellikleri önümüze serer... Onun şiir aynasında biz varız, Müslüman Türk insanı var; Türk’ün ruh kökünü oluşturan, ana cevherini teşkil eden ebedîyet inancı var... Türk’le, İslâm, onun şiirinde ilahî bir eriyik gibi, gülsuyu gibi karışıp, kaynaşmıştır. Fikrî plândaki çerçevesini merhum mütefekkir ve sosyolog S. Ahmet Arvasî’nin çizdiği, Türk-İslâm ülküsünün/sentezinin edebî-estetik plandaki en güçlü öncülerinden biridir.
Onun büyük sevdâlar, büyük ülkeler ve büyük ülküler taşıyan yüreği, dönüp dolaşıp öz yurdunda, temelini Yesili Hoca Ahmed’in attığı, mübarek mayasını kardığı Anadolu topraklarında soluklanır. Artık ebedîyet fikriyle direnmenin ve mânevî dirilmenin merkezi, ulu otağı, gök çadırı burasıdır. Çünkü orijine bağlı, samimi ve kutlu çeriler, Horasan erenleri/alperenler, sûfî dervişler, ilim, irfân ve hikmet sahipleri, bu coğrafyayı yurt tutmuştur. Zaman zaman sert rüzgârlar esse, derin dalgalanmalarla gök çadırı çatırdasa da, yeniden uyanmanın, var olmanın mekânı yine bu coğrafyadır. Durgun suya atılan taş gibi, millî rûhu uyandıran ilk kurşun gibi, ilim ve iklim kuşağımızın devamı olan öteki illere doğru, var oluş dalgası yine buradan yayılacaktır. Böyle ulu ve ulvî bir misyonu var bu toprakların. Ümit edilmektedir ki, evreni kuşatacak esenlik rüzgârı yine bu merkezden esecektir mutlaka. Ve şair, ait olduğu toprakların, ait olduğu medeniyetin, mensubu bulunmakla gurur duyduğu soylu, erdemli dünyanın öz cevherini, özgün kimyasını ve âlî terkibini çok iyi tanır... Bu birikimi şiirleştirmede de, oldukça mâhirdir.
“KIRKÜÇ’ÜN ÇOCUKLARI”
Kimi zaman yiğitçe ümitli, kimi zaman mahzun ve kederlidir:
Kendi kuşağını anlatan, “Kırküç’ün Çocukları” isimli şiirin son dörtlüğü şöyledir:
“Biz kırküçün çocukları, aşktan yanayız.
Eski seccadelerde kalmış duâyız.
Bu, çileden çıkmış şehirler ortasında,
Kelepçeler alırız, kelepçeler satarız...”
Bu mısralar, 12 Eylül ve sonrasının siyasî, sosyal atmosferini çok iyi anlatır.
Bu ülkeye gönül veren çocuklar, o yıllarda büyük bir trajedi yaşadı. Zamanın ifadesiyle, “Testiyi taşıyanlarla, testiyi kıranlar” aynı eziyete, aynı zulme uğratıldı. Ama onlar, ne eseflendi, ne de ağıt yaktı yitik yıllarına. Çünkü onlar, “Vatanım, ha ekmeğini yemişim, ha senin için kurşun!” diyebilen ideâl, yürekli, fedakâr ve delice sevdâlı bir nesildi. Ne yazık ki, ağyar cepheden sert esen Eylül rüzgârı, bu fikri, bu duyguyu hem gönüllerden, hem de vatan sathından sildi...
Yine de, şair hiç bir zaman yenilgi psikolojisine kapılmadı. Ağıt yakmadı arkalarından, aksine onların bu soylu-yiğit yenilgisini cesur bir yürekle kutladı ve kutsadı:
Obam yurdum talan oldu,
Destanlarım yalan oldu..
Yollar birer yılan oldu,
Kervanlarım geçmez gayrı..
Hani mavi denizlerim?
Üç kıtada nal izlerim..
Kör mü oldu bu gözlerim?
Çaşıtları seçmez gayrı!..”
Dün de, bugün de, yaşadığımız siyasî ve sosyal çalkantının, derin sancının temelinde, bu çarpık değer yargısının, bu âdil olmayan davranış şeklinin, bu ayarı bozuk terazinin tesiri vardır.
Dilâver Cebeci, bu kök ve gök bilgiden habersiz yabancılaşmayı, şahsiyet oluşturmayı engelleyen sosyal sancıyı, şiirin kılıç kadar keskin ironisi, örtülü-esrarlı lisanıyla dile getiren ender şairlerdendir.
Onun kalbinin attığı yer: ülke aşkı ile ülkü aşkıdır. Buradan fizikötesine, sonsuzluğa, muştulanmış cennetlere kanatlanır... Ezelî ve ebedî bir iç yolculuğuna çıkar... Müşahhasın estetik, sembolik tasvirinde olduğu kadar, mücerredin irfâna, sezgiye dayalı şerhi konusunda da oldukça ustadır...
Edebî ehliyeti, ibdâ gücü, estetik idraki, soyutlama becerisi yanında, engin bir kültür birikimine de sahiptir. Kültür ve imân atlasını hıfz etmiştir. Coşkun bir yürek ve ılgar atlarla dolaştığı, mensubiyet duygusuyla bağlı olduğu engin dünyanın müktesebatını da özümsemiş, onun ikliminde şerefli bir şahsiyet oluşturmuştur.
Hani ismiyle müsemma denir ya? Bu en bariz bir şekilde, Dilâver Cebeci’de tezahür etmiştir. Çünkü, “Dilâver” (yiğit ve delikanlı) demek; “Cebeci” ise (Yeniçeri ordusunda silah işleriyle uğraşan, bir asker sınıfının adı.) Adını ve soyadını kim koymuşsa, çok isabetli, çok yakışık düşmüş. O, gerçekten “Dilâver” ve gerçekten “Cebeci” bir kişiliğe sahip... Bundan ötürüdür ki, Cebeci her şeyden önce, atlar ve pusatlar şairidir.
Tabiî ki, millî ve mânevî hafızası silinip, boş bir levhaya dönüştürülen ve pop starlar ülkesi hâline getirilen Türkiye’de, “Sitâre”nin gerçek yıldızını fark ve idrak edecek büyük bir kitle bulmak pek mümkün değil... Ne zaman, ilgi ve iltifat, Hilâl Cebeci’den, Dilâver Cebeci’ye şerefli bir dönüş yapacak? Beynimizi ve idrakimizi acıtan asıl çetin suâl budur ve buna mutlaka cevap bulunmalıdır.
(DEVAMI GELECEK SAYIDA...)