Türkiye 1950’li yılların ortalarından itibaren siyasi, iktisadi, mali, kültürel buhranlar içerisinde çırpınıyor. Her gelen iktidar durumu düzelteceğini söylüyor, sözler veriyor, bir şeyler yapıyor, çok şeyleri yapmıyor, yapamıyor ve Türkiye bir türlü ayağa kalkamıyor. Niçin? Çünkü Türkiye öz kaynakları ile değil, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyor da ondan.
Türkiye yıllardır IMF’den, Dünya Bankasından, başka uluslar arası kuruluşlardan ve devletlerden “borç yiğidin kamçısıdır” deyip borç alıyor, borcunu ödemek için tekrar borç alıyor, alıyor ve bu fasit daire böyle sürüp gidiyor.
Cumhuriyet Türkiyesi ilk devlet borçlanmasını 120 milyon dolarla 1945’te yapmıştır. 1952’de 355 milyon dolar dış borç almıştır. Bu tarih Türkiye’nin NATO’ya girdiği tarihtir. 1954’te, ilk borcun alındığı 1854’ten tam 100 yıl sonra, Osmanlı borçlarının son taksiti ödenmiştir. Devlet, 1958’de IMF ile anlaşarak 620 milyon dolar daha borç almıştır.
Türkiye 1945’ten 1982’ye kadar toplam 16 milyar dolar borç alırken, Turgut Özal’ın ve Özal politikalarının güdüldüğü 1982’den 1987’ye kadarki 5 yıllık sürecikte ise tam 17 milyar dolar borçlanmıştır (“Özal, Turgut”, BL, 15. c., 9063. s.). Özal bu 17 milyar dolarlık borçla vitrinleri bezetmiş, düzetmiş, ışıldatmış; lakin Türkiye 1990’lı ve 2000’li yıllarda bilinen kırizlere maruz kalmıştır.
Özal’ın başka iki şansı daha vardı. Birincisi petrol çok ucuzdu; ikincisi asayiş bakımından güllük gülistanlık bir memleket devralmıştı.
IMF
IMF 1944’te kurulmuştur. Tam adı Internatonal Monetary Fund, Türkçe tercümesiyle Uluslararası Para Fonudur. I-Me-Fe kısaltmasını ay em ef olarak okumak doğru değildir. Türkiye ilk üyelerdendir, 1947’de üye olmuştur. Dünyanın hemen bütün ülkeleri IMF’ye üyedir. Merkezi Vaşington’da olup, Beyaz Saray’a 500 metre uzaklıktadır. Bu mesafe teşkilatın Beyaz Saray’la ne kadar içli dışlı, bağlantılı olduğunu gösterir. Nazari olarak her ülke fona gücü oranında katkıda bulunursa da, fiili para kaynakları ABD, İngiltere, Fıransa, Almanya, Japonya’dır. Dolayısıyla kıredi alan ülkelerin ipi bu beş devletin elindedir. Bunlar sizi ne ondurur, ne öldürür. Hastalıklı olarak yaşamanızı ister ve sağlar. Devalüasyon, memur maaşı, özelleştirme ve sair her şeye müdahale eder. IMF’nin üye ülkelerle yaptığı anlaşmalara stand by denir. Türkçesi destek demektir. Artık ne kadar destektir, düşünülmeye değer.
IMF’nin bilhassa Sovyetlerin yıkılmasından sonra yazdığı reçeteler, ülkelerin hastalıklarına deva olmamıştır. Arjantin, Malezya gibi ülkeler IMF puroğramlarını reddetmişler ve daha iyi bir konuma gelmişlerdir. Türkiye gibi ülkeler IMF’nin gedikli müşterisi olmuş, bir türlü onmamışlardır. Bugün IMF’den borç alan sadece 8 ülke vardır. Kuruluş faiz alamadığı için iflasın eşiğine gelmiş, 381 çalışanını işten çıkarmaya karar vermiştir. En büyük müşterisi olan Türkiye’nin borcu 7 milyar 137 milyon dolardır ve Türkiye’nin borcu fonun alacağının yüzde ellisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bizden sonra Pakistan, Mısır, Bengaldeş gibi ülkeler gelmektedir (9 Nisan 2008, NTV).
IMF’den bu kadar az ülkenin para alması güvenilirliğinin dibe vurduğunu göstermektedir. Türkiye’de son 15 senedir uygulanan IMF politikalarının başarılı olmadığı ortadadır. İç ve dış borç artmış, işsizlik fazlalaşmış, sabit ve dar gelirlilerin ücretlerinde reel gerilemeler yaşanmış, enfilasyon dizginlenememiştir. Velhasıl hastalık hali devam etmektedir.
10 Mayıs 2008’de toplanan IMF icra direktörleri kurulu, Türkiye’nin 7. gözden geçirme raporunu onaylayarak 3 milyar 644 milyon ABD dolarlık kırediyi serbest bırakmıştır. Böylece Türkiye’nin IMF’ye olan borcu 10 milyar 781 milyon dolara ulaşmıştır. Bu rakam IMF’nin toplam alacağının üçte ikisini teşkil etmektedir. Başka bir deyişle şu anda IMF’nin varlık sebebi Türkiye’dir.
Çare: Topyekün yeniden yapılanma
Türkiye’nin yapması gereken topyekün bir yeniden yapılanmadır. Tabii ki laik, çoğulcu demokrasi, sosyal devlet, hukuk devleti ilkeleri temel olarak kalacaktır. Ancak devlet organları arasında eşyürütümlü çalışma, devlet-vatandaş ilişkileri, eğitim, sağlık, sanayi, askerî sanayi, maliye, tarım, hayvancılık, bilimsel araştırma geliştirme, dış politika, kültür politikası, toplum ve devletin hedefi (pisiko-sosyolojik hedefler), denizcilik, demiryolları, maden kaynakları ve yer darlığından yazmadığımız tüm mevzularda yeni fikir ve çözüm teklifleri üretilmeli, gelecek 10-20-50 ve sair yıllara ait pilanlar hazırlanmalıdır.
600 bin öğretmenin, 300 bin sağlık çalışanının olduğu Türkiyede özellikle 4.500 hakim, 4.500 savcı (toplam 9 bin hakim-savcı)’nın bulunması olacak şey değildir. Hakim-savcı sayısı bir an önce 30 bine çıkarılmalıdır. Bu meyanda çevrenin kirlenmemesi için tedbirler alınmalı, Kyoto purotokolü derhal imzalanmalıdır; zira Türkiye dünyayı kirleten 13’üncü ülkedir.
Yeniden yapılanma için cumhurbaşkanlığı makamının liderliğinde alt ve üst komisyonlar oluşturulmalıdır. Başlıklar tesbit edilmeli, mevcut durum, dünyadaki durum, olması gereken durum için ülkenin teknisyen ve bilim adamları göreve davet edilmelidir. Asgari 1, azami 2 yıl içinde yeni pilan, puroje ve puroğramlar elde edilecektir. Bundan sonra bazı hususlar için siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ile görüşmeler ve uzlaşmalara varılacaktır. Mesela üniversitelerde baş örtüsünün serbest olması karşılığında orta dereceli okullar ve devlet dairelerinde baş örtüsü talebinde bulunulmayacaktır.
Türkiye’nin topyekün yeniden yapılanması, devletin bütün kurumları ve toplumun bütün kesimlerinin, devletin ve milletin bekası, menfaati için anlaşma, uzlaşma ve sözleşmeleriyle mümkündür. Tabiatiyle topyekün yeniden yapılanmada Türk Silahlı Kuvvetlerinin rolü kilit önemi haizdir. Türk Silahlı Kuvvetleri ikna olmadan veya edilmeden topyekün yeniden yapılanma kabil olamaz. Tabii ki yeniden yapılanmayı hükümetler de istemelidir. Maalesef şu anda öyle bir hükümet görünmüyor. Ama bu ebedi devam edecek değildir.
Türkiye’nin her şeyi vardır. İnsan kaynağı, ham madde, hayli ilerlemiş bir sanayisi ve sair. Yani un var, şeker var, su vardır. Sadece helva yapacağız. Artık gecikmeden, bir an önce bunu yapalım. Görülecek ki, Türkiye sıçrama yapacak, devletimiz ve her ferdimiz daha iyi bir konuma erişecektir.
Doktor ve hakim-savcı oligarşisi
Sağlık bakanı Dr. Recep Akdağ, tıp fakültelerinin 4.500 olan kontenjanını 6 bine yükselttiklerini, bu sayının 2023’te 14 bin olacağını açıkladı (Bugün, 24 Mayıs 2008, 10. s.). Bazı itirazlara rağmen bunun doğru ve sevindirici bir karar olduğunu katiyetle söyleyebiliriz. Çünkü doktor sayısının artması, sağlık meselesini çözeceği gibi, doktor oligarşisini de yıkacaktır.
Oligarşi bir zümrenin çoğunluğun üzerinde hakim olmasıdır; kısaca zümre iktidarı olarak tanımlanır. Bu pencereden bakarsak, Türkiye’deki demokrasinin aslında bir oligarşi, yani yüksek bürokrasi, iş adamları ve dış bağlantılardan müteşekkil bir zümre iktidarı olduğunu görürüz. Ancak makalemizde sağlık bakanının açıklamasını vesile addederek sadece doktor ve hakim-savcı oligarşisinden söz edeceğiz.
1980 öncesini bilenler hatırlarlar. Türkiye’de doktor sayısı o kadar azdı ki, doktorlar adeta parmakla gösterilirdi. Bunların büyük kısmı da üç büyük şehirde toplanmıştı. Anadolu’ya doktor göndermek için bulunan yol mecburi hizmetti. Bu da fazla işe yaramıyordu. Çünkü doktor sayısı az olduğu için mecburi hizmete yollanan hekim istifa ediyor, büyük şehirlerde iş buluyor, olan vatandaşa oluyordu.
12 Eylül 1980’de iş başına gelen Kenan Evren’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni tıp fakülteleri açmak ve kontenjan sayısını yükseltmek olmuştu. Bu politikayla kısmi bir başarı sağlandı. Hekim sayısı arttı. Buna mukabil mecburi hizmet daha da sertleştirildi. Gitmeyenler belli bir süre hekimlik yapma hakkından mahrum edildi. Fakat bu da tam bir çözüm olamazdı; olamadı da. Zira zorla, zaptiye tedbirleriyle iş yürütmek mümkün değildir. Doktor meselesinin çözmenin tek yolu, doktor sayısını arttırmaktır. Bu sadece doktorlar için değil, bütün meslekler için böyledir.
Tıp kontenjanı arttırımına itirazların özü şöyle özetlenebilir: Fazla öğrenci alınırsa doktorlar iyi yetiştirilemez, eğitilemez. Onun için öğrenci sayısını az, sınırlı tutmak lazım ki iyi, kaliteli, eğitimli doktor yetiştirilebilsin. Bu tür itirazları her görüşten (milliyetçi, muhafazakâr, Atatürkçü) hekimlerden duyabiliriz. Bu itiraza karşı şöyle bir tez ileri sürmek mümkündür: “Böyle söyleyeceğine niçin alınan öğrencilere daha çok eğitim-öğretim elemanı verilsin, daha çok araç gereç sağlansın, daha çok tatbiki eğitim yaptırılsın, neticede tabip adayları daha iyi eğitilsin demiyorsunuz?” Tabii ki buna verilecek mantıklı bir cevap olamaz.
Biraz irdelersek bu itirazın altında meslek asabiyetinin yattığını görebiliriz. Çünkü doktor sayısı artarsa mesleğin itibarı azalır ve sair ve ilahir… O yüzden her konuda fikir beyan eden çağdaş Türk Tabipler Birliği de sorunu görmezlikten gelir.
Lakin doktor sayısının artmasını istememek ne yurtseverliktir, ne milliyetçiliktir, ne Atatürkçülüktür, ne de başka bir şeydir. Sadece oligarşidir, yani doktor hakimiyetinin, tekelinin sürmesini istemektir, ferdiyetçiliktir.
Adliye yahut hakim-savcı oligarşisi
Sağlık herkesi ilgilendirdiği için doktor meselesini herkes bilir. Çünkü sağlıkla ilgili bir puroblemi olmayan kişi yahut aile yoktur. Gerçi bilmekle de fazla bir şey halledilmiyor ya!?.
Bir de adliye oligarşisi vardır. Benzer durumu bu sahada da görebiliriz. Üstelik bu mesele doktor meselesi kadar bilinmez, sözü dahi edilmez.
Biliyor musunuz ki, 73 milyonluk Türkiye’de sadece ve sadece 4.500 savcı, 4.500 hakim, toplam 9 bin hakim-savcı vardır. Yani koskoca Türkiye Cumhuriyeti 73 milyonluk ülkenin 22 milyon dava dosyasını 9 bin hakim savcıyla çözmeye çalışmakta ve tabii çözememektedir.
Bu gerçeği belki siz ilk defa şimdi duydunuz, öğrendiniz? Devletin cumhurbaşkanı, başbakanı, adalet bakanı, hakimler-savcılar yüksek kurulu, baroları bunu bilmiyor mu? Biliyor. Peki neden dile getirmiyor, çözmüyor, hatta çözümünü dahi talep etmiyor? Neden her ilçede 2-3 tane asliye hukuk, sulh ceza, ağır ceza mahkemeleri kurmuyor? 600 bin öğretmeni, 300 bin sağlık çalışanı olan Türkiye Cumhuriyeti devleti, neden bu hususta bu kadar aciz davranıyor? Tabipler Birliği gibi her hususta görüş dile getiren Barolar Birliği niye bu sorunun üzerine gitmiyor?
Cevabı bir üstteki kısımda verdiğimiz cevaptır. Fazla hakim-savcı olursa mesleğin itibarı azalır. Onun için mahdut sayıda hakim savcı olmalı ki, mesleğin ve tabii kişilerin itibarı azalmasın. 73 milyonluk memleketin davaları evlatlarına, torunlarına miras kalsın.
Sorunu bilmekle beraber halletmeyen ve halledilmesini dahi talep etmeyen resmi, yarı resmi ve sivil toplum örgütlerinin hepsi yurtsever, milliyetçi, muhafazakâr, Atatürkçü, çağdaş ve sair. Bütün bu yaldızlı ve güzel sıfatların hapsi laf değil mi?
Bu meseleyi İstanbul Barosu genel sekreteri ve gazetemizin yazarlarından olan sayın Hüseyin Özbek meslektaşıma (Hüseyin Özbek bizim gibi aslen emekli bir Türk dili ve edebiyatı öğretmenidir) bir kaç defa ilettik. Hatırlatmakta devam edeceğiz.
Abdürrahim Karakoç bundan 40 yıl evvel üç şiir yazmıştı. Biri “Doktor Beğ” idi, diğeri “Hakim Beğ” idi, öbürü “Mebus Beğ” idi. Doktor beğ, hakim beğ puroblemleri hâlâ devam ediyor. Mebus beğler de keyiflerine bakıyor. Aslında her meselenin başı, bu mebus beğlerdir.
Artık birer aktif vatandaş olan bizler bunları dile getirmeli, halledilmesi için üst makamlara talepte bulunmalı, kanuni baskı yapmalıyız. Biraz gayret edelim, göreceksiniz, başaracağız. Bu yazı aktifliğimizin ilk adımı olsun.
Erovizyon yarışması
24 Mayıs 2008’de Sırbistan’ın başkenti Belgırad’da 53’üncü Erovizyon yarışması yapıldı. Türkiye, Mor ve Ötesi gurubunun sahnelediği Deli isimli Türkçe şarkıyla 7’nci oldu. 43 ülkenin arasında 7’nci olmak fena bir sonuç değil. Birinciliği Rusya aldı.
Bu yılki yarışmaya Azerbaycan da İngilizce bir şarkıyla katıldı. Fıransa da tarihinde belki ilk defa İngilizce şarkıyla yarıştı.
Bizim asıl söylemek istediğimiz, puanlamada bazı aklıevvel kişilerimizin Türkiye’yle kavgalı olan Rum, Yunan, Ermeni şarkılarına “jest olsun, büyüklük bizde kalsın” gibi iyi niyet gösterileriyle puan vermeleridir. Üç seneden beri Ermenistan’a 10, 12, 10 puan veriyorsunuz, Yunanistan’a bilmem ne kadar puan veriyorsunuz, adamlar bildiklerini okuyor, jestlerinizi jest olarak değil, belki korkaklık ve yaltaklanma, dalkavukluk olarak algılıyor. Bizim de kendimize olan saygımız zedeleniyor (Bu seneki yarışmada Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail, Sırbistan Türkiye’ye hiç puan vermedi).
Devletler arası, milletler arası ilişkiler, kişiler arası ilişkilere benzemez. Büyüklük-küçüklük durumu ve merhamet, kişiler arası ilişkilerde işe yarar, milletler arası ilişkilerde bunların hiç bir rolü yoktur ve olamaz. Atatürk’ün bir sözü mealen “milletler arası ilişkilerde merhamete yer yoktur” şeklindedir ki, çok doğrudur. Eğer büyükseniz büyüklüğünüzü bilin, küçüklerle, küçük işlerle uğraşıp küçülmeyin. Yoksa reddedilir, incinir, kendinize saygınızı kaybedersiniz.