Söz dönüp dolaşıp ölüme gelmişti. Gömleğini sıyırıp, beline sarmış olduğu beyaz ve oldukça uzun bir kuşağı göstererek "eskiler bunu başlarına dolarlardı, bense belime kuşandım. Herkes kefenini yanında taşımalı, Allah'la bir saniye sonrasına kontratımız mı var?" demişti. Sonra da bir düzeltme yapmıştı : "Kefen sözü yanlış oldu, bu benim düğünlük urbam".
Çok iyi biliyorum ki, O şimdi hasretiyle yanıp tutuştuğu mutlak anlamdaki sevgiliye kavuşmanın sonsuz mutluluğu içinde pür neşe. Bizlerse O'ndan yoksun kalmanın hüznüyle matemdeyiz.
Bindokuzyüzseksenyedide bir temmuz akşamı Üsküdar Yalı Kıraathanesi'nin asma dallarıyla örtülü bahçesinde rahmetliyle oturmuş sohbet ediyorduk. Yaşını sormuştum. "Bilmiyorum" dedi ve ekledi "kalubeladan bu güne ve ötesine say sayabiliyorsan".
Söz dönüp dolaşıp ölüme gelmişti. Gömleğini sıyırıp, beline sarmış olduğu beyaz ve oldukça uzun bir kuşağı göstererek "eskiler bunu başlarına dolarlardı, bense belime kuşandım. Herkes kefenini yanında taşımalı, Allah'la bir saniye sonrasına kontratımız mı var?" demişti. Sonra da bir düzeltme yapmıştı : "Kefen sözü yanlış oldu, bu benim düğünlük urbam".
O'nu yetmişli yılarda, "Hun Aşkı" adını verdiği şiir kitabıyla ve haftalık Devlet gazetesinde yayınlanan Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi köşesindeki, Osmanlı havasıyla kendine özgü mizah anlayışını yansıtan yazılarından, gıyaben tanıyorduk. Mesela O'na göre televizyon, "tembelizasyon nam bir cihaz" idi.
Şiirlerinde, bazen, Çin Setti'nden topukladığı atını, Tuna boylarında suvaran bir Hun cengâveri, bazen de saçlarını uzatmadığı için sevgilisine sitem eden bir gönül adamı oluyordu. O Turan ve İman coğrafyamızın şairiydi. Bir taraftan "Kimler çizmiş bu sınırı gönlüme" diyerek yakınıyor, diğer taraftan da "Baş koymuşum Türkiye'min yoluna / Düzlüğüne yokuşuna ölürüm" dizeleriyle doğup büyüdüğü topraklara aşkını dile getiriyordu. "Gözlerim Yesrip'te bir derin kuyu / Nice yıllar var ki, çekilmiş suyu / Çöller yuttu gönlümdeki orduyu" derken de, günümüze, Medine'den, Hicret olgusundan çağrışımlarla İslâm'ca bakıyordu.
"Ergenekonlu örslerde döğülür kollarım / Ve sabrımın doruklarında bekler beni / Büküle büküle giden yollarım" diyerek oniki eylül sonrasının gecelerine siperleniyor, "Bu şeb gözüm yaşıyla nice kubbeler binâ kılam / Figan idem derunuma cihânı aşina kılam" gazeliyle divan kuruyor, "Onlar oğuz mayası gök ışığın erleri / Onlar ülkü çağının bahadır melekleri / Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri / Hacerü'l esvet gözlerini gönlümüze resmettiler" dizeleriyle bozkırda sancılanıyor, "Yönüm kıbleye, kıblem Kabe'ye / İki ak ışık çıkar gözbebeklerimden / Arza destek olmuş göğsü kaba dağları / Aşar bir solukta varır Mekke'ye" huşu ve hudusuyla Kandahar Dağları'nda sabah namazına duruyor, "Tesbihim ülkümün doğum sancısı / Tesbihim alnımda otuzüç damla ter / Allahu Ekber... Allahu Ekber... Allahu Ekber..." diyerek, bir tayyi mekanda Allah'ı zikrediyordu.
O'nu bazen Babil'de zigguratlarda kahinlerle tartışan sıradan bir Sümer vatandaşı, bazen Kaşgar'da bir Uygur çadırında Aprınçur Tiğin'le sohbete dalmış bir Alp-eren, bazen de Medine'de ümmül kitaba sığınmış elifi sineye çeken bir İslam mücahidi olarak görüyoruz. Ve bütün bu kimliklerini birleyen ol makamdan canana sesleniyor : "(...) Sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime / Asyanın bozkırlarında ordular düşüyor peşime / Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare..."
Gelenekten hem bilgi hem de imge boyutunda yararlanan Dilaver Cebeci, 1970'lerin ideolojik ortamında yeşerttiği şiir anlayışını giderek daha poetik bir kaygıya yaslamış, romantik, destansı, coşkulu tarzıyla Türk edebiyatına kalıcı ve öğretici eserler bırakmıştır.
Şiiri ve oluşma süreçlerini bütün sancılarıyla ve derinliğiyle yaşayan, köklerine olabildiğince bağlı ama çağının şiirini yazabilen, imanlı, mütefekkir, hassas bir gönül adamıydı.
Yıllar öncesi bir beyin travması sonucu geçirdiği ameliyat sonrası hafızası silinmiş, yeni doğmuş bir bebek arınmışlığında hayata ve öğrenmeye sanki sıfırdan başlamıştı.
O'nu en son 12 Ocak 2008 Cumartesi günü Kızlarağası Medresesinde onuruna düzenlen bir toplantıda görmüştüm. Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi ile Eğitim Bir-Sen İstanbul 1'no.lu Şubesinin ortaklaşa düzenledikleri "Ustalara Yaşarken Saygı" toplantısının konusu ve konuğuydu. Cafer Vayni Beyefendinin yönettiği toplantıda Şair ve Yazar Olcay Yazıcı şiirlerini, Meryem Aybike Sinan nesirlerini değerlendirmişlerdi; Dr. Cevdet Aşkın da hatıralarını anlatarak bestelenmiş şiirlerini icra etmişti.
Söz alan dostlarından İbrahim Metin Bey, yetmişli yıllara göndermelerde bulunurken, muhterem zevcesi Ayla Hanımefendi, "Yüreğime kördüğümler atıldı / Çözemedim, çözülmüyor Sultanım" dizeleriyle başlayan "Olumsuz Koşma"nın hikâyesini anlatmıştı.
Ve sıra Dilaver Ağam'a gelmişti.
Koca Çınar, biraz mahzun, biraz utangaç katılanlara ve toplantıyı düzenleyenlerin kadirşinaslığına teşekkür etti, gözlüklerini takarak koyun cebinden bir kaç sayfa çıkardı sonra da bunları rahatsızlığı sebebiyle doğru düzgün okuyamayacağından bahisle hepimizden özür diledi. Gözlerim yaşarmıştı, ayağa kalkıp izin verirse yerine okuyabileceğimi söyleyince dağlar kadar mutlu olmuştu.
Karşımda, yüreği ilham dolu ama ifade gücü elinden alınmış ve bu yüzden beden diliyle baştan ayağa şiir kesilmiş abide bir insan duruyordu ve ben ilk defa bir şiiri böylesine somutlaşmış gerçek haliyle kucaklıyordum.
O akşam eve döndüğümde, bu duygularımı yazıya dökmüş ama belki incitirim düşüncesiyle ithaf etmekten çekinerek sanatalemi.net'te yayınlamıştım. Meğer O'nun düğün gününe bir armağan olacakmış.
BEDEN DİLİNDEN
Dumanlı sıra dağlara versem de yankılarını,
Ağlayan biri var sanki koca çınarın içinde;
Yanık türküler gezdirir salkım-saçak köklerinde;
Yıllar yılı dur duraksız artırır sancılarımı,
Belli ki sorguya çeker dost-avaz çağrılarımı...
Nasıl da zincire vursak senden söz ağrılarını?
İçin içine sığmazken bozmaktalar kararını;
Oysa leylaklar açardı buhurdan bakışlarında,
Dermanım sular çağlardı gönülden nakışlarında,
Kardelence ürperişler düşlere yorum katardı,
O delişmen öz-deyişler bahtıma dilek tutardı...
Sitemse önce kendime, bağışla Şair sezgimi!
Hani volkan kükreyişin? Tatilde, izinde misin?
Bozdoğanlar pençesinde çırpınan alp duygulardan,
İnsafsızca kayıt silen günübirlik kaygılardan,
Aşk erdeminin tortusu, devasa suskun bir adam...
Sanrı mısın, gerçek misin?
Ve sahiden bu sen misin?
Şiir bedene vurunca
Muhteşem görünmektesin!
Güneşi sırtına almış
Gölgene yürümektesin!
Eyy, koca çınar, sen belinde taşıdığın düğünlük urbanı giyinerek dost burağıyla uçmağa varırken, bizler Er kişi niyetine uğurlamaya gelmiştik. İmam senin adına orada hazır bulunanlardan helallık istedi. İyilerin iyisine bir hakkımız geçmişse hep birlikte helal ettik. Asıl sen bize, gönül ve dil hakkını helal eyle. Sonsuz saygı ve sevgilerimle düğünün kutlu, vuslatın mübarek olsun.
"Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin!"