AKP'nin en büyük yanlışı; aldığı yüksek oyun kendisine her şeyi yapma yetkisi verdiği sanısına kapılmasıdır. Demokrasilerde ne kadar yüksek oy alırsanız alın, her şeyi yapamazsınız, yapmamalısınız. Aksi takdirde dikta rejimine yönelirsiniz ki, kuvvetler ayrılığı pirensibi ve kurumları, demokrasilerin dikta rejimine dönüşmemesi için konulmuştur.
3 Kasım 2002 seçimleriyle iş başına gelen AKP, iktidarda bulunduğu 4,5 senede bir çok icraat yaptı. Bunların içinde müsbetleri de, menfileri de vardı. Bunların bazılarını Yesevi dergisinin Ağustos 2007 tarihli sayısında belirttiğimiz için burada tekrar etmiyoruz.
AKP, 22 Temmuz 2007 günü yapılan erken seçimlerde yüzde 46.6 oranında oy aldı ve 341 vekil çıkardı. Tabii ki bu sonuç, büyük bir başarı idi.
AKP'nin seçimlerden hemen sonra cumhurbaşkanlığı sorununu MHP'nin yapıcı muhalefetiyle atlatması, hem parti adına, hem memleket adına büyük bir şanstı. Şayet MHP meclise girmemiş olsaydı, memlekette büyük bir huzursuzluk yaşanacaktı.
Ancak AKP, birinci döneminde yaptığı icraatlarının aksine ikinci döneminde fazla bir şey yapmamış ve gittikçe puan kaybetmeye başlamıştır. Özal'ın da birinci ve ikinci dönemi böyleydi. Özal, ikinci döneminde lüzumsuz bir yerel seçim referandumu yapmış, bundan sonra düşüşü başlamıştı. AKP de aynı yola girmiş görünüyor. Sosyolojide Aristidi kompleksi denilen uzayan iktidar ve uzun süre iktidarda kalan liderlerin gittikçe tepki topladığı, yıprandığı, puan kaybettiği olgusu, AKP ve Erdoğan için de geçerlidir.
AKP'nin en büyük yanlışı; aldığı yüksek oyun kendisine her şeyi yapma yetkisi verdiği sanısına kapılmasıdır. Demokrasilerde ne kadar yüksek oy alırsanız alın, her şeyi yapamazsınız, yapmamalısınız. Aksi takdirde dikta rejimine yönelirsiniz ki, kuvvetler ayrılığı pirensibi ve kurumları, demokrasilerin dikta rejimine dönüşmemesi için konulmuştur. Osmanlı padişahlarına söylenen "senden büyük Allah var" sözü, her şeyin bir ölçüsü olduğunu göstermesi bakımından manidardır. Padişahlar, diktatörler bile istedikleri her şeyi yapamazlar.
Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç'ın mahkemenin 46. kuruluş yıl dönümünde söylediği, "iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır" sözü, şu anki AKP liderliği için maalesef doğru bir tesbittir. Bu yanlışa Menderes-Bayar iktidarı da düşmüştü. Menderes-Bayar iktidarı şöyle düşünüyordu: "Tek parti devrinde CHP kendinden menkul yetkiyle her şeyi yaptığına göre biz halktan aldığımız yetkiyle, yani milli iradeye dayanarak her şeyi yapabiliriz." Ancak dediğimiz gibi yapamazsınız, yapmamalısınız. Yaparsanız sonuçları herkes için fena olur. Böyle bir zihniyet yanlış, tehlikeli ve demokrasiye aykırıdır.
Bu meyanda demokrasinin şöyle bir tanımını yapmak kabildir: Demokrasi hangi ulamda olursa olsun azınlıkları koruma rejimidir. Bu etnik azınlık için de böyledir, fikri (ideolojik) azınlık için de böyledir.
AKP'nin diğer yanlışları
Üzerinde durduğumuz "sınırsız selahiyet" yanlışından başka AKP üç büyük hata daha işledi.
Birincisi hiç gereği yokken yeni anayasa tartışmasını başlattı. Türkiye anayasası zaten yeri gelince değiştirilmektedir. Üstelik anayasa o kadar da dar bir anayasa değildir.
İkincisi Ergenekon davasıdır. Bunu ayrıca inceleyeceğiz.
Üçüncü hatası baş örtüsü meselesini mecliste, yani hukuken çözmeye çalışmasıydı. Bu çözümü MHP de destekledi. MHP'nin desteği iyi niyetliydi ama yanlıştı. Yıllar önce yazdığımız ve kılasikleşen bir yazımızda bu meselenin hukuki olarak çözülemeyeceğini, ancak fiili olarak çözülebileceğini büyük bir basiretle kaydetmiştik. Türkiye’de herkes her şeyi bilir, aslında ise hiç bir şey bilmez, sonunda duvara çarpmaktan kurtulamaz. Zaten yazımızın siyasiler tarafından okunacağını beklemiyorduk.
Bu dört büyük hatanın haricinde yaklaşık on seneden beri uygulanan ekonomik puroğramın başarısız olması, enfilasyon hedefinin tutturulamaması, tesbit ettiğimiz hataların verdiği huzursuzluğun katlanmasına, düşüşün hızlanmasına yol açtı.
Ergenekon davası
Ülkemizin aydın puroblemi eskiden beri bilinir. Bir kısım aydınımız kendine saygısız ve kendi değerlerine yabancıdır. Bunlar Attila İlhan'ın deyimiyle komprador, Türkçesiyle işbirlikçi aydınlardır. Genellikle sağda yer alan bir kısım aydınımız ise echeldir. 1938'den sonraki tarih hakkında tek kelime bilmedikleri gibi devletin politikası hakkında da en ufak bir bilgileri yoktur. Üstüne üstlük bunların büyük bir kısmı üniversite hocasıdır(!).
Devlet politikası hakkında hiç bir şey bilmeyen bu echel aydınlar, iş başına gelir gelmez AKP'nin AB'ye karşı uyguladığı tavizkâr politika karşısında hem şaşırdılar, hem de öfkeye kapıldılar. Uygulanan politikaları AKP politikası sandılar. Halbuki bu devletin politikasıydı ve AKP'nin iktidarda kalmasının en mühim sebebi, AB'ye karşı uygulanan bahis konusu devlet politikasıydı.
Aydınlar önce orduyu göreve çağırdılar. Bunun yanlış olduğunu yazdık. Ordu tabiatiyle çağrıya uymayınca AKP'nin tavizkâr politikaları hakkında kanun dışı yazılar ve sözler sarf ettiler. Bunun da yanlış olduğunu yazdık.
Fazla mütevazi olmaya gerek yok. Uygulanan politikaların AKP politikası değil, devlet politikası olduğunu yazdık da millet, özellikle sağ ve sol milliyetçi cenah nihayet gözlerini açtı ve oğuşturmaya başladı.
Ayrıca uyuyan ve her şeyi başkalarına havale eden milliyetçilerin sivil toplum teşkilatları sahasında ne kadar zayıf olduklarını bildiğimiz için, aktif ve sorumlu vatandaş kavramını ortaya attık ve sivil toplum örgütleri sahasında süratle örgütlenmek gerektiğini ifade ettik. Bunları ortaya atarken bir püf noktasını ısrarla ve sürekli vurguladık. Bu, hiç bir nazari ve fiili eylemin kesinlikle ve kesinlikle kanun dışı olmaması gerektiğiydi. Bunu bilhassa, üstüne basa basa, altını çize çize tekrar ettik.
Tatbik edilen siyasetlerin doğurduğu öfke ve eksikliği anlaşılan sivil örgütlenmelerin hız kazanmasından sonra milliyetçi cenahın sesi biraz yükselmeye başladı. Suç duyurusunda bulunmalar, davalara müdahil olmalar arttı. AB'nin niyetleri, talimatları, emirleri, iç yüzü vatandaşa anlatılınca, AB'ye taraftar olanların oranı süratle inişe geçti. Tabii ki bundan rahatsız olanların başında AB ve varlığını AB'ye borçlu olan AKP geliyordu.
Türkiye’de AB taraftarlığının sıfır noktasına inmesinden çekinen AB ve iktidar, bu kesimde öne çıkanların tutuklanmasına karar verdi ve bazı şahıslar uygun olmayan saatlerde göz altına alındı. Ameliyenin adına da herkesin ilk okuldan bildiği Ergenekon gibi manidar ve ironik bir isim takıldı. AB ve yandaşları çok memnun oldu, zil takıp oynamaya başladı. 27 Mart 2008'de Avrupa Parlamentosu ve 21 Nisan 2008'de AB Dışişleri Komisyonu, Ergenekon davasının kararlılıkla sürdürülmesi için AKP iktidarına kuvvetli ve şiddetli destek verdi.
Baştan söyleyelim: Kanunlar yanlış dahi olsa, kanunlara karşı kim suç işlediyse cezasını çekmelidir. Suçluyu korumanın hiç bir haklı dayanağı yoktur ve olamaz.
Ancak biz Ergenekon davasında tutuklananların suçlu olduğu, yaygın ve derin bir örgütün mensubu oldukları kanaatinde değiliz. Bu davayla ilgili iddialar çok zayıf, bağlantılar çok çürük. Bütün gayretlere rağmen hâlâ ortaya doğru dürüst bir suç isnadı, delili, bağlantısı konulabilmiş değil. Ameliyenin lanse edilmesi vaktiyle demir perde ülkelerindeki fantastik örgütleri ve ithamları hatırlatıyor. Komünist ülkelerde sürekli "casus, İngiliz casusu, Amerikan casusu, Türk casusu, emperyalist ajanı, pantürkist, revizyonist, işçi düşmanı" gibi mevhum ithamlar yapılırdı. Bu yönüyle baktığımızda Ergenekon davası ve lanse edilme şekli kesinlikle demokrasiye yakışır bir hareket değil. AKP'nin etkili muhaliflerini sindirme operasyonu ve Baykal'ın dediği gibi AKP'nin derin devletini kurma ameliyesidir (Bir zamanlar TRT'de bir puroğram vardı. Yarışmacılar üç alakasız kelime arasında ilgi kurmaya çalışıyordu. İsnatlar aynen bu puroğramı hatırlatıyor).
Şu ana kadar Türkiye’de şekil yönünden buna benzer onlarca dava açıldı. Hepsi beraatle sonuçlandı. Bir şey çıkmayacağını hükümet de biliyor, ama eziyet verip yıldırmak siyasetini izliyor. Fakat aslında kitleleri daha çok biliyor.
Eğer iddia edilen gibi derin, yaygın bir örgüt mevcut olsaydı, Türkiye'de yer yerinden oynardı, Türkiye alt üst olurdu.
Netice olarak sadece şahısların değil, kamunun da vicdanı rahatsızdır. Bu kanaatimiz tutuklulara isnat edilen suçlara ait deliller ortaya konulduğu takdirde şüphesiz ki değişecektir. Fakat eğer adalet mülkün (devletin) temeli ise -ki öyledir-, bir an önce tecelli ettirilmelidir. Yoksa geciken adalet adalet olmaktan çıkar. Mağdur ve mazlum insanların ahı aheste aheste de olsa bir gün yerini bulur.
3 Mayıs 1944 olayı
3 Mayıs 1944'te reis-i cumhur İsmet İnönü, Sovyetlere hoş görünmek, Sovyetleri tahrik etmemek için bazı milliyetçi alimleri ve şahısları tutuklatmıştı. Niyeti Türkiye'yi Sovyet tehdidinden korumak için bir jest yapmaktı. Ama Sovyetler bunu jest olarak kabul etmedikleri gibi, Türkiye'nin korktuğu şeklinde algıladılar ve bilahare Kars'ı, Ardahan'ı, boğazlarda üs talep ettiler. Ancak askerî mahkeme tevkif edilenlerin tümünü serbest bıraktı.
AB, AKP'nin yaptığını jest olarak değil, eli daha çok mahkûm olarak algılayacaktır.
Tek parti devrinde mahkûm edilemeyen insanların çoğulcu demokratik rejimde mahkûm edilmeleri imkânsızdır. İç kamu oyunu ekonomik ve siyasi başarısızlıkları örtmek için böyle ameliyeler ile oyalamak, kimseye bir şey kazandırmaz. Tarih sebep olanları affetmez. Tıpkı 1944 olaylarına sebep olanları affetmediği gibi. Varsa elinizde belgeniz, deliliniz ortaya koyunuz. Azerbaycan Türklerinin söylediği üzere açın sandığınızı, dökün pamuğunuzu…
1 Mayıs 2008
Bazı sendikaların 1 Mayıs işçi bayramında ille Taksim diye tutturmasını lüzumsuz ve anlamsız buluyoruz. Taksim şehrin ortasında, iş merkezlerinin çok, ulaşım imkânlarının zor olduğu bir mekândır. Burada yapılacak ve yüz binlerin katılacağı bir yığıncak (miting), sadece bölgenin ve yüz binlerce insanın işini felce uğratmakla kalmayacaktır. Yüz binlerin içindeki bazı uç ve kötü niyetli gurupların etrafa zarar vermesi işten bile değildir. Bunu pek çok defa gördük. Yakılacak mağazaların, kırılacak camların, yağmalanacak eşyaların, tahrip edilecek özel araçların ve otobüslerin, bozulacak parkların parası, sonunda vergi veren halktan ve işçinin bizzat kendisinden çıkacaktır. Böyle muhtemel bir tablo karşısında "üç koldan Taksim'e gireceğiz" diye sanki Atina'ya veya Roma'ya girecekmiş gibi demeç veren sendika liderlerini sorumluluğa ve kamu yararını düşünmeye davet ediyoruz. "Sırf benim ve benim camiamın dediği olsun, gerisi mühim değil zihniyeti"; yurtseverlikle, toplumculukla bağdaşır bir zihniyet değildir. Hükümet yığıncaklar için bir çok meydan göstermiştir (Kartal, Kadıköy, Çağlayan, Kazlıçeşme). Dolayısıyla bundan sonraki 1 Mayıslarda da bu hususlar dikkate alınmalı ve gereksiz taleplerde bulunulmamalıdır.
Sayın başbakanın "ayaklar baş olursa" beyanı işçiyi kızdıran, tahrik eden bir unsur oldu. Mesul mevkilerde bulunanların biraz daha kontrollü konuşmaları icap etmez mi?
NOT : Yazıyı yazdıktan sonra hükümetin aldığı sert, fakat gerekli tedbirler sayesinde her hangi bir olayın çıkmaması sevindiricidir. Yine de tahrip edilen bazı mağazalar mevcuttur. Yeteri kadar işçi kalabalıklığının meydana gelmemesi, kitle taşıma araçlarının (vapur, tıramvay, metro, otobüs) seferden kaldırılması, yani lojistik destek vasıtalarının iptali sayesinde mümkün olmuştur. Gelecek yıllar için bütün bunlardan dersler çıkarılmasını arzu ederiz.
PeKeKe ve nevruz
Ocak ayındaki yazımızda PeKaKa kısaltmasını PeKeKe okunuşuyla yazmıştık. Bazı arkadaşlarımız buna itiraz ettiler.
28 harften oluşan alfabemizde ünsüz harfler, harfin sonuna e sesi getirilerek okunur. Be, Ce, Le gibi. Alfabemizdeki K harfinin asli okunuşu Ke'dir, Ka değil. Fakat bu harf dilimizde Ka sesini de karşıladığı için bilhassa Ka'lı kelimelerin kısaltmasında Ka okunmaktadır. SeSeKa, TeDeKa gibi. PeKaKa kelimesinde de böyledir.
Biz kısaltmayı PeKeKe olarak yazmakla hem harfin asli okunuşuna uymak istedik, hem de PeKeKe diyerek kısaltmayı PeKaKa okuyanlarla olan ayrılığı gidermek istedik. Çünkü kısaltmanın PeKeKe okunması bilinçli bir seçimdir. Farklı olmak için böyle okunmuştur. "Farklılık kimliktir, kimlik farklılıktır" önermesinden yola çıkılmıştır. Nasıl ki nevruz resmen bayram kabul edilerek PeKeKe'nin elindeki nevruz silahı alınmıştır. Aynen onun gibi PeKaKa da PeKeKe okunarak mevcut farklılık giderilmeli ve taraf olanların ellerindeki silah alınmalıdır. Cumhuriyet gazetesi gayet isabetli şekilde PeKaKa'yı PeKeKe yazmaktadır.
Durum bu minval üzeredir.