Venüs gezeğeni tek başına bu kadar çok isim alıp ilgi çektiğini bilir mi acaba?.. Elbette bilir, hiç değilse hisseder. Sevildiğinin farkına varmak gibi bir duygudur bu. Yeter ki onu sevenler sevmesini bilsinler.
Sabahları, ezan vakti kalkıp onu gözleyenler, göremediklerinde onu örten bulutun önünden çekilmesi için dua edenler, sevmesini bilen kimselerdir.
Biz ona Zühre deriz; güzelliğin simgesidir. Büyükleyici bir güzelliğin…
Kıssayı şöyle biliyorduk: Güzel bir kadın olan Zühre, Hârut ile Mârut’u baştan çıkardığı için cezalandırıldı; sonsuza kadar gökyüzünde kalması emredildi.
Bizim Yûnus bunu biraz değişik anlatıyor:
Gökteki Hârut Mârut aşk için indi yire
Zühre yüzün göricek unuttu Rahman’ını
Evet onlar büyücü idi ancak; Zühre ise büyüleyiciydi. Şimdi de “cânanını” onda arayıp bulanları büyüleyip kendine âşık ediyor. Yine çekici, baştan çıkarıcı.
Ona Venüs diyenler var. Yunanlıların aşk tanrıçası Afrodit ile onu özdeşleştiren Romalılar bu adı koymuşlar. Burada öne çıkan acaba güzellik mi, aşk mı, iffet mi; bilemiyoruz
Sabahleyin, seher vakti, Güneşten evvel doğuda; akşamları bazen Güneş battıktan sonra batıda göründüğünden, yön gösterici özelliğinden dolayı ona Çoban Yıldızı da demişler.
Halk arasında –neden bilinmez- Kervankıran diye adlandıranlar da olmuş.
Farsça “yeni yetme kız” manasında olan Nâhid adı da kullanılmış bir zamanlar Venüs yerine. Yine erkek ismi olarak tanıdığımız Târık kelimesi de adlarından biridir.
Ona Çulpan denilmesi hepimizin hoşuna gider. Daha bizden olduğu ve daha cana yakın olduğu için. Çocuklarına bu adı verenler vardır; daha çok kız çocuklarına…
Venüs gezeğeni tek başına bu kadar çok isim alıp ilgi çektiğini bilir mi acaba?.. Elbette bilir, hiç değilse hisseder. Sevildiğinin farkına varmak gibi bir duygudur bu. Yeter ki onu sevenler sevmesini bilsinler.
Sabahları, ezan vakti kalkıp onu gözleyenler, göremediklerinde onu örten bulutun önünden çekilmesi için dua edenler, sevmesini bilen kimselerdir. Ona gönderdikleri haberlerin (duyguların) sevgiliye ulaşmasını dilerler. “Keşke o da şu anda bu gönülleri fetheden yıldıza bakmakta olsa” derler. Bu dileğin yerine gelmesi onlara yeter. Başka bir umutları olmadığından değil… Onlar umut dolu kişilerdir.
Ortak güzelliklere sahip olan bu insanların sevgileri çok yücedir; erişilmez. Şu yalancı dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu iyi bilirler. Onlar Hakk’ı hakkıyla bilemediklerini de bilirler. Gerçek dost onlardır. Neyi paylaşamadıklarını düşünüp üzülür ve utanırlar. Dünya malı için savaşıp her gün yeni düşmanlar edinip, bu düşmanları yok etmek uğruna küçük çocukların da öldürülmesini kabul edemezler, kendilerine yediremezler.
Bilinir ki zalimi mazlum üretir. Hakk’ın, haklının yanında saf tutmayan mazlum…
Peki zalim niye hep korku içindedir? Durmadan düşman edinir de ondan. Bu düşmanlar da onda korkunun iyice yerleşmesine sebep olur. O ne kadar güçlenirse güçlensin erdemli kişilerin mânâ mertebesine ulaşamaz. Onları kontrol altında tutabilmek için büyük medya gruplarını ele geçirme yoluna gider. Gerçekten etkili silahlar kullanır. Zihinlere kilit vurmak, gözlere perde çekmek. Yolu aydınlatıyormuş gibi görünüp kör bir ışığın peşinden çıkmaz sokaklara sürüklemek. Hizipleri destekleyip birbirine hasım haline getirmek. Gerginlikleri bilemek. Közlenmiş kırgınlıkları körükle alevlendirmek.
Bir bakarsınız, her türlü san’at hareketlerini desteklemektedirler. Yazık ki bu etkinliklerin içeriğinden çok ona para sağlayanların adları unvanları konuşulur ve zihinlere hatta bilinçaltına kazınarak kaydedilir. Gerçekten güçlü TV kanalları aracıyla etkili filimler ve diziler sunulur. Amaçları, buralardan öğrendiklerini hiçbir kâr almadan devreden, satan kralcılar ordusu kurmaktır. Becerirler de…
İnsanları; umursamaz yapmayı da becerirler. “Göklerde ve yerde bulunan nice ‘nişaneleri’ görmeyip bu alâmetlerden yüz çevirerek geçip giden, görseler de ibret almayan bir topluluk” haline getirirler.
Hakikat denizinin gevheri olan insana yazık ederler. İşte bu zulümdür.
Çağdaş (!) derebeyleri kendi sınıflarının çıkarlarını ellerinden kaçırıp ortada kalacakları korkusu içindedirler. Asıl örtü bunların üzerindedir. Üstlerinden sıyrılıp çıplak kalacakları endişesi daha da çirkin davranışlara sürükleyip onları sevimsiz hale getirir.
Vecd içinde olan soylu âşıklardan hiç hoşlanmamışlardır. Bütün maddî imkânlarına rağmen onların yanında eksiklik duymuşlar, eriyip gittiklerini hissetmişlerdir.
Birilerini onların aleyhinde kışkırtarak tatmin olma yolunu seçmişlerdir. Ancak bu davranışların kendilerine de bir fayda sağlamadığı, aksine birçok kimseye zarar verdiği görülmüştür. Istırap ve gözyaşı.
Sınırlı bir aklın pozitif bilimi put haline getireceği, akl-ı küll nedir, akl-ı evvel nedir (kimdir) diye soruşturmadan gerçeğe ulaşılamayacağı (ilim yapılamayacağı) düşünülememiş –hadi bunlardan vazgeçtik- bir akl-ı selim yoluna bile gidilmemiştir.
Aşk ile bilimin kıyaslanamayacağı fark edilememiştir.
“Aşk imiş bu alemde her ne var ise” diyenlere kulak verilmemiştir.
Biz onların iğvasına (ayartıp saptırmasına) kapılıp yoldan çıkmayalım.
Zühre’nin güzelliğini yaşayabilenlerden, onda cânanını bulanlardan olalım. Onun da baştan çıkarıcı olduğunu, gönül erbabını peşinden koşturduğunu biliyoruz. Olsun!
Aşk denizine gark olmaktan korkmayalım. O deryada yaşayabilmeyi öğrenelim. Mutluluk oradadır.