Afgan yazar Khaled Hosseini’nin (Halid Hüseyin) aynı adla yazdığı çok satan romanı The Kite Runner - Uçurtma Avcısı’ndan uyarlanan filmi izlerken inanılmaz biçimde etkilendim. Bu film sadece bir Afganistan hikâyesi değil, insanın içindeki çocuk üzerine çok güçlü bir metni de içeren, derinlikli bir hikâyeydi.
Bir yandan “din kardeşi” diye bildiğimiz insanların hayatındaki yoksulluk ve zulümler, diğer yandan Atatürk’ün çok önem verdiği bir coğrafyanın biraz sonra Sovyetlerce işgal edileceğinin gittikçe hızlanan bir kalp atışı gibi hissedilmesi… Tabii bütün bunların üzerinde, Halid Hüseyin’in samimiyeti. Romanı ve elbette filmi olumlu yönde etkileyen en önemli faktör de bu samimiyet.
Bütün çocukluk hayatı boyunca kendisine arka çıkan arkadaşına inanılmaz bir ihanetle cevap veren; böylece ta derinden borçlanan Amir, babasının dirayeti sayesinde gidebildiği Kaliforniya’daki konforlu hayatından vazgeçerek Taliban yönetimindeki Afganistan’a dönmek zorunda kalır. Aslında yaşadığı şeylerin tümü birer bahanedir. Önemli olan Amir’in burada ertelediği erkeklik sınavını vermek zorunda oluşudur. Çünkü bundan önceki bütün hayatı boyunca ya babasının ya da bir Hazara olan Hasan’ın gölgesi altında yaşamak durumunda kalmış; Hasan’ın erkek olma sınavlarını birer birer geçtiği o dönemde daima gölgelik yerlere sığınmıştır.
Halid Hüseyin’in Uçurtma Avcısı hikâyesini içimize işleyen bir film haline getiren şey, tam burada yatmaktadır. Hayatımız boyunca ertelediğimiz, yüzleşmekten korktuğumuz, “Ya karşılaşırsak!” diye içimizin titrediği durumları hep yaşamışızdır. Hayatın, “gerçekle alışverişleri” olan bu yüzleşmeleri kimi zaman tıpkı Amir’in yaptığı gibi tüm yüküyle başkalarının üzerine yıkarak başka diyarlara kaçmışızdır.
Ama hayat çoğu zaman bu tür yan çizmeleri kabul etmez. Bir dönüşüm, dönüştüren vaka yaşamadan bir oğlan çocuğu asla erkek olamaz. Üstelik kendine, kendini yetiştiren çevreye (gerçekliğe) borcunu ödemeden asla iç huzuru bulamaz.
Bir diğer konu da, etrafındaki musibetler kaçış için çoğu zaman bir bahane teşkil eder. Bu kimi zaman Taliban olur, kimi zaman başka bir bahane. Asıl olan bizim “kim” olduğumuzdur. Nereden geldiğimizi, nerede durduğumuzu sorgulamamız; neden oradan geldiğimizi ve neden orada durduğumuzu bilmemizdir. Bunlara neden katlandığımız da çok önemlidir (iyi veya kötü, güzel veya çirkin gibi değerler kattığımızı düşünün). Bütün bunların toplamında ne yapacağımıza, ne için yapacağımıza karar verebilme kudretini gösterdikten sonra, bunu nasıl yapacağını tayin etme gücünü kendimizde bulup içimizden dışarı (eskilerin deyimi ile kuvveden file) çıkartabilmektir.
İşte Amir bu yüzden hikâyenin sonuna kadar bir çocuk gibi himayeye muhtaç kalmakta ama babasının da yardımı ile “kim olduğunu” bulabilme dirayetini gösterdikten sonra yüzleşmesini gerçekleştirebilmekte…
Uçurtma Avcısı bu yüzden insanın içine işleyerek seyredilen ve aynı zamanda kimlik sorunsalını ciddi biçimde irdeleyen bir film olarak seyredilmeyi hak ediyor.
Filmin Hikâyesi: Marc Forster’ın yönettiği ve Wall Razaqi, Said Taghmaoui, Shaun Toub ile Nasser Memarzia’nın oynadığı Uçurtma Avcısı (The Kite Runner) iç burkucu bir muhtevaya sahip... Kaliforniya’da yaşayan Amir, ülkeye Taliban rejiminin gelmesinden sonra Amerika’ya göç eden Kabilli zengin bir tüccar ailenin oğludur. Yıllar sonra çocukluk arkadaşı Hassan ve karısının Taliban tarafından öldürüldüğü haberini alır. Arkadaşının başı dertte olan oğlunu bulmak ve onu kurtarmak için Afganistan’a geri döner.