Önce mahalleleri dağıtıp, sonra kendilerine has mahalleler peydahlayan, ama ellerini vatandaşın cebinden çekmeyen bu güruh kimin eseri? Para, iktidar, makam, köşe dönmece olunca nasıl ve kimin ürünü bir 'tevil'e sığınıyor bu insanlar. Ciğerler bu kadar çürüdü mü, yoksa... Müslüman Türk'ün üzerine biçilen bu elbisenin terzisine dair izleri yanlış yerde mi arıyoruz acaba?
Ahadlar Konağı'nın ahşap tavanına gözlerini dikmiş, kendini çimdikliyordu. Belki de ömründe bir daha böylesi bir ezan sesi işitmeyecekti. Ne gün ışıyor, ne de o üzerindeki ağırlıktan silkinip ayağa kalkabiliyordu... Cami bahçesindeki musalla taşlarının altında 'cüz' oynadıkları günleri hatırladı... Naylon oyuncakları... Su kuyularını... Zerzevatçı, macuncu, oduncu... Geçit resmine durmuş bir yığın suret... Doğrulmak istedi, nafile... Serçeme Deresi'ne ilk greyder yanaştığında 5-6 yaşlarındaydı. Boğaz'ın iki yakasını birleştiren köprünün açılış töreninde 10... Sütçü Saniye Teyze belirdi karşısında. Her sabah aksatmadan kapıyı çalar, sütü verir, kapının sövesine tebeşirle bir çentik atardı. O çekildi, Zekeriya Bakkal belirdi bu kez... Veresiye defterindeki eciş bücüş yazıları, kimi güleç kimi kızgın bakışlarıyla.
Bir doğrulabilse yataktan, anılar dehlizindeki yolculuğu son bulacaktı. Kalkamıyordu işte... Mahallenin aşağı ucunda Çingene Kenan ve karısı Bohçacı Gülbahar... Az kahır çekmemiştir Kenan Amca, hem onlardan hem karısından. Onlar ufak tefek muzipliklerle kızdırırlardı sadece, karısı adam akıllı döverdi merdaneyle... Kahretti sonunda atıyla birlikte ahırda kalmaya başladı. Bulup buluşturdukları hurda kâğıt, demir, bakır vesaireyi Kenan Amca'ya satar, sinemaya giderlerdi. Bazen cimriliği tutar sattıklarının karşılığında bir bakır on kuruşluk atardı.
Ahadlar Konağı'nda, bir sabah ezanı alıp götürüyor onu...
Duvarlara sloganlar düşeli epey olmuş. Varsın olsun... Ortaokul Müdürü Ali Bey, öz oğlu Bahadır'ın kulağını çekiyor, "Bak hergeleye bu yaşta yaptığına bak..." O Ali Bey ki, motosikletiyle okula gidip gelir. Hanımı mahalle çeşmesinden kovayla su taşırdı... Kolay değil dört çocuk var... Eksik iki parmağına rağmen duvarlara öyle güzel Atatürk portreleri, milli mücadele yıllarından sahneler çizerdi ki, inanılır gibi değil... Derse girer, idarecilik yapar, boyar, çizer, müsamere düzenler... Tek kusuru alkol düşkünlüğü...
İğneci Zehra Teyze var sokağın ta öte başında. Gece yarısı kapısı çalınsa mızmızlanmaz, ateş düşürücü ilaç mı, iğne yapılacak hasta mı, aklına ne gelirse.
O sıradan, vatanın dört bir yanından gelmiş insanlarca meskûn şirin mahallede, rüyalara değişilmeyecek hoşluklar sürüp giderdi...
Büyüyü önce 'beyaz cam' bozdu. Komşu ziyaretleri kesildi. Kimse kimseye gitmez oldu. Sadece bayramlarda ve cenazelerde adet yerini bulsun türünden ilişkiler kaldı. Bahçeli nizam evler apartmanlara dönüştü.
Sabah evinden çıkan akşama dönüyorsa, o gün kendini şanslı addediyordu. Bildik süreç işte. Sağ-sol kavgaları... Sonrası da malum: Nitekim n'aber yine geldi asker... Ruhu şad olsun Cem Karaca öyle tarif ediyordu.
Bir alabora, bir 'karıştır-barıştır' gelip 80'leri yarıladık... Sağdan sola geçenler, soldan sağa transferler...
Ahadlar Konağı'nın ahşap odasında, ezan yankılanıyor... O yatağa mıhlanmış, kendini çimdikliyor. Bir cinnet öncesinin tedirginliği var üzerinde...
Ayyaşı, berduşu, kumarbazı, zamparası hocayı görünce yüzünde tebessüm beliriyor, çekingen bir eda ile yanından geçip gidiyor... Henüz "kendileri için ayrı, vatandaş için ayrı din va'zeden" türediler yok ortalarda... Değil mahalle hocasına saygı göstermek, arkasında namaza durmayı bile 'caiz görmeyenler' bu denli cüretkâr değil daha... Belki de birileri henüz onlara 'yürü ya veli' (!) dememiş... Anlı şanlı İslamköylü Demirel'in gölgesi altında ufak tefek 'ödünler' karşılığında o da seçimden seçime siyasetin içindeler... En baba gruplarının ben diyeyim bir, siz deyin iki milletvekilliği kontenjanı var... Yani 'iktidar nimeti'nin tadına henüz vakıf olamamışlar...
Hayat bu denli deşifre değil elbette... Ta ki, Hasan Cemal çıkıp, 'Cumhuriyeti Çok Sevmiştik' diyecek de solun yüzünü de bir parça olsun o zaman anlayacağız.
Sonra bir alabora daha, bir bakacağız ki, Türkiye'de ne komünistler olmuş, ne komünizm tehlikesi... Meğer bu çocukların hepsi, 'tam bağımsızlıkçı, ABD emperyalizmin karşıtı' yüzde yüz Kemalist gençlermiş (!)
Odanın kapısı çalınıyor... "Kahvaltı yapacak mısınız?" İki saat gözleri tavana çakılı öyle düşünmüş...
Dağıtılan mahalleyi, alt üst edilen değerleri, gelinen noktayı....
"Yarın" diye söyleniyor, "Bırakıp Safranbolu evlerini fotoğraflamayı, Ankara'ya gitmeliyim..."
Fotoğrafın âlâsı orada... Düne kadar birbirine diş bileyen, aynı safta namaz kılmayı bile zül addeden bu kadar insan nasıl bir araya geldi ya da getirildi? Önce mahalleleri dağıtıp, sonra kendilerine has mahalleler peydahlayan, ama ellerini vatandaşın cebinden çekmeyen bu güruh kimin eseri? Para, iktidar, makam, köşe dönmece olunca nasıl ve kimin ürünü bir 'tevil'e sığınıyor bu insanlar.
Ciğerler bu kadar çürüdü mü, yoksa...
Müslüman Türk'ün üzerine biçilen bu elbisenin terzisine dair izleri yanlış yerde mi arıyoruz acaba?
Acaba, Sam Amca bu konuda bize yardımda bulunabilir mi?
Örneğin o güruhtan herkesin yolu bir şekilde Washington'dan geçiyorsa, bize söyleyecek söz kalıyor mu?
Türk'e kâbusu, kendilerine Amerikan rüyasını münasip görenler, bence bu rüyayı hayra yormakta çok acele ediyorlar...
Derler ki, 'gün doğmadan neler doğar..."