Zekâ, dış âlem ile –ve yalnız onunla- uğraşmaktan kendini incelemeye pek az vakit bulabilmiştir. Onun için, ancak kendi faaliyet alanı olan bu madde âleminde mutlak hakikate varabilir. Derin manada hayatın bilgi vasıtası ise zekâ olmadığından bu alandaki hakikate ancak “sezgi” ile erişilir.
Bu ilk paragrafı tırnak içine almayışımızın sebebi, ortaya koyduğu görüşü –özellikle günümüzde- birçok kimsenin kendisinin bulmuş ya da başka kaynaklardan öğrenerek benimsemiş olmasıdır. Tabii ki burada bahis konusu olanlar açık zihinli kişilerdir.
Yine de o paragraftaki ana fikrin, felsefesinin tanımına “sezgi” kelimesini simge olarak koymuş bir filozofun temel görüşü olduğu birçok kimse tarafından bilinir. Çok karşılaştığımız yanlış anlamalardan korunabilmek için hemen belirtelim ki bu görüşe bir itirazımız olduğunu söylemek istemiyoruz.
Acaba varlık âleminin sürekli ve hür bir oluştan ibaret bulunduğunu rahatça ileri sürebilir miyiz? Daha doğrusu bunu tek bir kaziye (önerme) olarak esas alıp her gelişmeyi bu çıkış noktasından beslemek bizi mutlak doğruya götürmeye yeter mi?
Manası olmayan bir maddeyi kabul etmek istemiyoruz. Onun için, bu iki kavramın birbirinin karşıtıymış gibi gösterilmesini anlamamız zordur. Manayı her bir varlığın ruhu gibi gördüğümüzden var oluşun onsuz gerçekleşebileceğini düşünemiyoruz. Nasıl ki “zaman yaratılmasaydı bu madde âlemi var olamazdı” demişsek ruh taşımayan bir varlığı da tanımadığımızı söylüyoruz.
Aslına dönme bilincine sahip bir maddenin, hatta “maddesel nokta” diyerek boyutsuz hale getirdiğimizi bir cismin can taşımadığını nereden biliyoruz ki?.. Dolayısıyla onun duygusuz, sevgisiz, aşksız olduğunu…
Her nokta lerzan, her zerre raksan
Uçup giderler visale doğru
diyor bir gönül erbabı. Bu noktalar neden titreşiyor? Zerreler niçin hep dans ediyor? Ve böylece vuslata gidiyorlar; uçarak gidiyorlar. Bu emri nereden aldılar ve ne zaman aldılar? İlk yaratılıştan beri var olmaları, her gün yeni bir emir almalarını daha da anlamlı mı kılar?
O halde niçin var olmayı ve var edenle bir olmayı gaye edinmeyip yok etme çabası içinde olanlara destek veriliyor? Böylece ortaya çıkan bir güç gösterisi, güçsüzlüğün açık bir itirafı değil mi?
Gerçekten güçlü olan, güçsüzlere karşı savaş açmaz. Çünkü böyle bir ihtiyaç duymaz, böyle bir korku da duymaz. Onun kararlı duruşu zaten dengeyi sağlar. Güçlü olan bir varlık, varlığını devam ettirebilmek için diğerlerini yok etme çabası içinde olmaz.
Bütün varlıkların bir süreklilik gösterdiğini, hem devamlı hem de hür bir oluş halinde bulunduklarını her an fark ediyoruz, yaşayarak görüyoruz.
Onun için âlemlerin yaratıcısının her gün (her an) yeni bir işte (yaratma halinde) olduğunun da farkındayız. Aslında bu gerçek, ilk yaratılışın eksiksiz ve mükemmel olduğunun delilidir. Madde dünyasının eksiksiz yaratıldığının delilidir. Yanılgı içindeki zihinlerin sandığı gibi bir şeyi tamamlamak veya geliştirmekle ilgisi yoktur. Tam aksine ölçülemeyecek kadar küçük bir zaman birimi içinde bütün ögelerin var olduğunu gösterir. Bunun pratikteki manası, bizim şu anda farkında olmadığımız ve asla tahmin edemeyeceğimiz birçok oluşumun daha belirebileceği ihtimalidir.
Bizlere düşen görev, içinde yaşadığımız âlemi, insanlık idealine yabancı birtakım kişilerin eline bırakmamaktır. Sorumluluk taşıyabilecek soylu kişileri ne oranda yetkili kılarsak bir o kadar soylu davranmış oluruz. Böyle bir çabayı ülkü olarak benimsemek zorundayız. Her an, her koşul altında tiksinti verecek olaylarla karşılaşmaya hazır olup yılgınlık göstermemek lazımdır.
Bu içinde yaşadığımız evreni statik olarak düşünenlerin eline terk etmek (hele bunu onlara hoş görünmek için yapmak) en hafif bir deyimle sorumluluktan kaçmaktır. Onurlu bir insana yakışmaz. Tüm erdemleri yaşatmak, üstün tutmak asıl büyük ülkü olmalıdır. O inanca, o kültüre sahip bir kuşağı yeniden yetiştirmek gerekir. Her an “yeniden yaratılış” bir manada budur. Bunu talep etmekten vazgeçmek “yokluğa” razı olmaktır.
Bu âlemi dinamik bir varlık olarak kavramak zorunluluğu vardır. Hiçbir zaman kendi haline bırakılmadığını bilmek lazımdır. Aklın yolu da budur. Öbür yolların hiçbiri selamete çıkmaz. Var olmak ve var etmek için hareket halinde bulunmak şarttır. Güvenli bir denge ancak böyle sağlanır.
Gerçek manada özgür insan, içinde yaşadığı toplumun kaderini, maddi imkânları yüksek fakat manasını yitirmiş şahısların eline terk edemez. Şuur kaybını önleme çabası içinde olmak onun için bir görevdir.
Her maddenin bir ruh taşıdığına inanmak istiyorduk. O halde ruhsuz olduğunu söyleyenlerin aslında maddi gücü olamayacağını da görmek ve göstermek gerekir.
İnsanlık onurunu kaybetmiş varlıkların (şahısların) dünyaya nizam vermelerine razı olmak, içinden çıkmak zorunda olduğumuz (ancak canlılığımızı böylece sürdürebileceğimiz) kısır döngünün içine hapsedilmeyi kabul etmek demektir.
Ufku aşıp, daha da ötede zorlu bir yolculuğa çıkan onurlu yolcular kiminle nerede, nasıl beraber olabileceğini bilmek ve bu bilinçle hareket etmek zorundadırlar. Hiç şüpheniz olmasın ki şer cephesi kendi ürünlerini her vesile ile piyasaya sürecektir. Bazen “mevsim sonu” indirimleri yaparak, bazen ücretsiz olarak.
Bu kötü hava şartlarında, özellikle de bulaşıcı hastalıklardan korunabilmek için çevredekilerin sağlık durumunu da bilmek lazımdır.
Tanımadığımız kılavuzlara muhtaç olmamak için yol haritamızı kendimiz, en iyi şekilde, ayrıntılarıyla çizmeliyiz.
Kısır döngü öyle bir tutukevidir ki dışına çıksanız da, dışında yaşasanız da onun sınırlamalarından kurtulamazsınız. Bir süre içinde kalanlar onun bağımlısı olmuştur ve tekrar ona dönmek için sınırını zorlayıp dururlar.
Bu dar alandan kurtulmak için, bizim bildiklerimizden farklı olarak “çevremizde neler olup bitmektedir” sorusunu kendimize sormalıyız. Araştırmalı ve öğrenmeliyiz.
Kendi bildiğinin dışında başka bir şey olmadığını düşünmek, her şeyden önce kendi fikir alanına sınır çekmektir. Hakikati aramaktan vazgeçmektir, kaçıştır. Akıllı ve onurlu bir insan böyle bir hüsrana düşmemelidir.
Büyük ülkünün erdeminden korkanlar, bir türlü ulaşamadıkları bir düzeyde bulunanları “alaşağı” edebilmekle ancak kendilerine bir yer sağlama tertipleri peşindedirler. Kendilerini bir türlü temize çıkaramayanlar kirli bir atmosferden medet umarlar. Bunların çomaklarını ellerinde tutanlar, çehrelerini mum ışığında perdeye yansıtabilmek için her zaman karanlık bir ortamı seçeceklerdir. Korkulu rüyaları olan şerefli insanları, daima hedef olarak görüp göstermek başlıca işleridir. Sabırlı ve uzun soluklu bir kültür hareketinden korkup kaçarlar. Neyi, niçin yaptığını sorgulayamayan yarı aydınlar bunların en çok kullandığı robotlardır. Kendileri için kullanılan “şartlı refleks” yöntemlerini onlar da –akıllarınca- başkalarına uygulama yoluna giderler. Bu prototipler çeşitli koşul ve farklı ortamlarda şekil değişikliği gösterdiklerinden bazen tanınmaları zor olur. Bukalemun gibi değiştiklerinden gözden kaçarlar, fark edilemezler.
Onları ancak kokularından “sezmek” ve “sezgi” ile tanımak mümkün olur.
Zekânın ışığı altında dolaşsanız bile yolunuza döşenen tuzakların farkında olamayabilirsiniz. Burada o iyi bilenmiş “sezgi” gücünüzü kullanmak zorundasınız. Duygularınızdan korkmayın; sizi aydınlığa çıkaracağına inanın. Çünkü yüreğiniz gibi yolunuz da arınmıştır.