Hayat böyledir 'hocam'... Bilirsiniz, zindanın bir adı da Yusufiye Medresesi... Ha karatahta başında, ha taş döşeli bir hücrenin demir kapıları arkasında... Yaşam insanı yoğurur, yorar, sonra bir başına bir kenara koyar.
Şahsınızı tanımam. Sizin beni tanıma ihtimaliniz de yok. Madem Türkiye gündeminde arz-ı endam ettiniz, zatınız üzerinden, para canlısı 'mazbut hacı amcalar'a ilişkin iki kelam edelim istedik. Malum ticaret ince zenaat. Belki de bir sanat. Dolayısıyla işin o yönüne dair tek lafım yok.
Lafım sizden nemalanan ve sizden daha fazla götürdükleri halde halen ayakta kalanlara... E haliyle, bir 'öğretmen' olarak Türkiye gerçeklerinden ders almamış olmanız da mevzunun en hassas noktası olsa gerek.
Bakın, sizin cezaevi macerası başlamadan bir kaç gün önce, bir batıkçı 'kurumunu' yeniden açma teşebbüsünde bulundu. Sözüm ona bir yabancı ortak bulunmuşmuş da, lisansmış, danışmanlıkmış vs. binbir takla ile yeni bir oyunu sahnelemeye yeltendi. Elhak... Eski gübreci, yeni vekil tetikçisi Ankara'da bu işi kotaramazsa, yüzüne tükürürler... Zira siyasetten zerre kadar hoşlanmayan ve kendi ifadesiyle 'cumhuriyet çocuğu' olan bu zat, artık ticarette tongaya düşmemenin yolunun siyasete el atmaktan geçtiğini gördü.
Bir başka batıkçı da, Polonezköy'de 'organik tarım'a merak sarmış... Karısının ağzından okuduk, ultra lüks villalarında rüya gibi günler yaşıyorlarmış... Domates toplamak, inek sağmak, zaman zaman ava gitmek gibi 'hoby'leri varmış... Zaten tenis kortunda tanışmışlar. Zaman aşımıydı, yasal boşluktu, herşey tamam...
Dursun Hocam!
Parayı denkleştirmek, Kırgızistan'a iş kurmaya soyunmak, haramdan, talandan kaçınmakla olmuyor bu işler...
Ha, oluyor diye inat ederseniz, sonu işte böyle noktalanıyor...
Okumaya bol vaktiniz olacağını düşünerek naçizane bu satırlarımı 'ders notu' niyetine bir gözden geçiriniz.
Burası Türkiye... Para ile bir işiniz olacaksa, önce işin mali yönünü sağlama alacaksınız. Güçlü bir mali yapı için, güçlü bir naylon yapılanma icap eder bu bir. İç içe şirketler... Para oradan oraya, oradan beriye... Çok mu sıkıştık 'hooop Amerika'ya...
Tabi siz şimdi sorarsınız, "Nasıl yapacağız bu işi" diye?
Kolay... Bu işin erbabı maliyeciler vardır. Onlardan birini istihdam edeceksiniz. Sizin bünyede çalışması gerekmiyor. Çocuklarını alıverin şirketlerinize. Onlara aş, iş, gelecek, ikbal bahşedin işiniz yürür...
Vergiydi, sigorta primleriydi, kredi işleriydi... Bunlar için de o yapıyı iyi bilen insanlar devşireceksiniz... Aldığının biraz fazlasını verin, bekârsa bir de evlendirin ömür boyu tepe tepe kullanın...
İkinci ve en önemli konu etrafınızda bir kaç 'günah keçisi' bulundurun. Olur a, iş sarpa sararsa topu onlara atmanız gerekecektir. "Billahi haberim yok, beni tehdit ettiler. Oyuna geldim... Yakamı kurtaramıyorum" vs... Bu çok ehemmiyetli bir husustur. Fakat asla ve kat'a o günah keçilerine halel gelmemeli. Adları günah keçisi olsa da, bizzat işin iç yüzünü bildikler için hayati ve parasal tehlikeye girebilirsiniz. Yani onlar kötü, siz iyi polisi oynayacaksınız. Bir başka ifadeyle nimet olunca sizden, külfet olunca onlardan bilinecek...
Bir başka önemli konu: Sırtınızı sağlam bir cemaate dayayacaksınız. Bulun, buluşturun bir yerlerden bir 'rabıta' durumu peydahlayın, böylece mağdur ettiklerinizin hışmından daha az etkilenirsiniz. Zira burası Türkiye, din, dinci, dindar, ehl-i namus, şaklaban, takiyeci, ilm-i siyasetçi kim, hangisi gerçek, hangisi tokatçı; insanlar olayın farkına varıncaya kadar ay bacayı aşar.
Evet Dursun Hoca!
Türkiye'de var olmanın ve ayakta kalmanın olmazsa olmaz şartlarından biri de 'kazanç' hanenize geçenlerden bir bölümünü, 'medya' ile paylaşmak yahut medyada kendinize bir yer edinmektir. Siz kaç para topladınız, ne kadar batırdınız bilemem... Rakam size ayan, bize meçhul... Fakat oturun şöyle bir hesap yapın: Diğer batakçıların yanında sizin batırdığınızın oranı ne? Neden siz destek verdiğiniz ve inandığınız bu iktidar döneminde içerdesiniz de, onlar -yani kerhen ve fitneyi uyandırmama adına arkasına düştükleri halde- dışarda? Elbette meydanda hocam!!!
Onca patırtı kütürtünün ardından, bir kurban gerekliydi. En acemileri siz çıktınız.
Şimdi diyeceksiniz ki, "Sen niye beni seçtin birader?"
Abi Türküz ya... Suçlu da olsa mağdur duruma düşünce biri, dayanamıyoruz... Genlerime tüküreyim... Elimde değil...
Suçlu olmasan içeri atmazlardı seni, işin o bölümü ayrı. Fakat ben, sen içeri düşmeden de bu sonu görür gibi oldum... Bilmem hatırlar mısın, oturduğun evi, altındaki kıytırık arabayı değiştirmen, bir yönetim kurulu başkanına yaraşır yaşantı içerisinde olmanı isteyen isimleri. Hani şaşkınlıkla baktığın 'gazeteci-tüccar' dostlarının, akıl hocalarının evleri, arabaları... Hayretini gizleyemeyip 'Siz bizi geride bırakmışsınız' dediğin servet avcılarının durumları... Dağ başındaki tarlaları uçuk rakamlarla holdinge kakalayanları...
Ya hocam, hangi birini sıralasam ki... Saflığın da bir sınırı var değil mi?
İşte böyle Dursun Hoca...
Vakt-i zamanında biri, "Ya bu adam kendi mağazasının açılışında bile içerinden küçük bir hediye satın alır, cebinden parasını öder bize öyle takdim eder..." demişti...
Neyse Dursun Hocam!
Sayılı gün gelir geçer. Dert etme. Dersleri de ihmal etme. Kaldığın yerde kütüphane varsa 'türdeş' işadamlarının hayatlarını, dünkü ve bugünkü çizgilerini, dün söylediklerini bugün nasıl yaladıklarını bir irdele. Kafalarında kırk tilki gezdiren ve kırkının kuyruğunu birbirine değdirmeyen bu zevattan öğreneceğin çook şey var...