Türkiye’de “kültürel/tarihi devamlılığımızdan yana olanlar” ve “kültürel/tarihi devamlılığımızı umursamayanlar” diye bir ayrım var olacaksa aktardığımız mukayese üzerinde derinlemesine düşünmek gerekmektedir. Sağcısıyla/solcusuyla biz Mimar Sinan’dan başka mimar tanımıyorsak, bu rasyonaliteye ve realiteye teslimiyetin hangi boyutlarda olduğunun delilidir.
Birkaç yıl evvel Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir konferansında dinlediğimiz Durali Yılmaz Hoca, söze üniversite mezunu insanlarımızın kitap okumadığından şikayet ederek başlamıştı. Türkiye’de değişik meslek gruplarından insanlara neden okumadıklarını sorduğunda hep aynı cevabı aldığını ifade etmişti: “Mesleki kitaplardan fırsat bulamıyorum”. Durali Hoca konuyu; bütün dikkatini, enerjisini mesleki literatürüne verenlerden neden ses çıkmadığını sorgulayarak neticelendirmişti. Eğer Türkiye’de “kültürel/tarihi devamlılığımızdan yana olanlar” ve “kültürel/tarihi devamlılığımızı umursamayanlar” diye bir ayrım var olacaksa aktardığımız mukayese üzerinde derinlemesine düşünmek gerekmektedir. Sağcısıyla/solcusuyla biz Mimar Sinan’dan başka mimar tanımıyorsak, bu rasyonaliteye ve realiteye teslimiyetin hangi boyutlarda olduğunun delilidir. Evet eğitim paradigmamızda sakatlık vardır, Dündar Taşer boşuna “Ben imalat hatasıyım” dememiştir. Rasyonel zihinler aldıkları 15 yıllık eğitimin kendilerine yeterli olduğunu düşünmektedir.
SINAV SARMALI ve KÜLTÜR BOŞLUĞU
Biz bugün toplum olarak bir sınav sarmalının içinden geçerek hayata atılmaya çalışıyoruz. Bu sarmal bizi “kuru realitelerin” peşinden sadakatle koşmaya zorluyor. OKS, ÖSS, KPSS vs. sınavlar nesillerimizin hayatında odak noktası olmuş durumda. Belirlenmiş aşamaları geçmek için kanalize olunan bu yol, insanı farkında olmadığı bir “kültür boşluğu” ile birlikte toplumun bünyesine katıyor. Bilinmesi gerekli bilgi olarak sadece derslerini görenler hayata büyük ölçüde kendi kültürüne ve tarihi birikimine pozitivist/oryantalist bakarak devam ediyorlar. Ahmet Turan Alkan bu eğitim sürecini “Fecaat şurada ki bu durumun nasıl bir fecaat olduğunu kavrayabilecek kişilerin sayısı bile feci derecede nadirdir.” cümlesiyle yorumluyor. Pek az insan dünyanın ve hayatın sınavlardan, derslerden ve resmi gerekliliklerden ibaret olmadığını fark ediyor ve gerçek kültüre ulaşmanın yollarını bulmaya çalışıyor. Ebubekir Sifil, “Modernizm’in temel karakteristiği insanı ve bütün kutsallardan, aşkınlık düşüncesinden ve ilahi hikmetten soyutlanmış aklı esas almasıdır. Bilimsellik, sürekli gelişme ve ilerleme, değişim gibi temel kavramlar/akımlar da Modernist düşüncenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Rasyonalizm, Realizm gibi kavram/akımlar da Modernizm’i besleyen esas unsurlardandır. Bunlara aykırı olan her şey kötüdür, yanlıştır; bunlara uygunluk arz eden her şey iyidir, doğrudur, yaşatılmalıdır.” cümleleriyle bizlere farkında olmadan neleri kabullendiğimizi anlatıyor.
RASYONALİTEYE KARŞI HORASANLI ALPERENLER
Bu kabulleniş nasıl gerçekleşmektedir? Tahsil görmemiş halk üniversite mezununa “kitap okuma!” dememiştir. Fakat statü sahibi olmak bu çarkın içinden geçen insanlar için büyük ölçüde, kültürlü olmayı önemsizleştirmiştir. Ülkemiz son 100-150 yılda hep kırılgan ekonomik yapıya sahip olmuştur. Diploma sahibi olmaksa büyük oranda belli bir maddi seviyenin üzerine çıkma imkanını sağlamıştır. Türkiye’de yaşanan hadise statü yükselmesinin “ilerlemeci mantığın” son ideali haline gelmesidir. Ve burada yakıcı sorular akla gelmektedir: Hayatın akışı bizi “koştururken” acaba tam anlamıyla bir mecburiyet mi söz konusudur yoksa kafamızdaki standartlar mı bizi yönlendirmektedir? Hayat akarken nesiller, orijinalite, varlık duyuşu nereye akmaktadır? Şundan eminiz ki bundan yüz yıl önce yaşayan insanla bugünün insanının “başarı” kavramından anladığı arasında ciddi fark vardır.
İmalat hatası olmayanlar modalara, fabrikasyonculuğa, ezberlere, standardize edilmeye karşı duramamaktadır. Hayata rasyonel ve realist baktıkça yüzeysellikten, sloganlardan, retoriklere kanmaktan kurtulmak mümkün görünmemektedir. Ahmet Davutoğlu Batı’nın ürettiği çelişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor:“Modernite, içinde insanın bütün arayışlarına cevap verebilecek, teknolojinin dev adımlarla yol aldığı rasyonaliteye dayalı siyasal (devlet) ve ekonomik (piyasa) mekanizmalarının yönlendirdiği mutlak bir güvenlik ve özgürlük alanının ortaya çıkacağı iddiasını taşıyordu. Bu mekanizmalar insanoğlunun tüm arayışlarına cevap verecek ve insanın güvenliği de özgürlüğü de artacaktı.”
Yahya Kemal’e “Ne yapacağız?” diye sorduklarında “Horasan’dan gelen Alperenler ne yaptıysa biz de onu yapacağız” cevabını veriyor. Bir millet olarak varlığımızın “unutulmaz” bir parçası olması gereken Horasan Alperenleri model olarak aklımıza gelmiyor. Oysa o gönül ateşinin, “Can Ocağında Pişen Aş”ın sıcağı gerek bize. Bize vefasız ol, sadakatsiz ol, geçmişe bakma diyen bu rasyonaliteyi, hızında kaybolarak değil; durup, düşünerek, dışa değil içe bakarak aşabiliriz...