Bilgi seviyesi ve bilim onuru bakımından bugünün bazı üniversite fakültelerinden hiç de eksiği olmayan elli yıl öncesinin liselerinde, o eli öpülesi hocalar ahlaktan bahsederken “işte bu kara kaplı kitapta böyle yazıyor” diye büyük mütefekkirlerin (düşünürlerin değil büyük düşünenlerin) görüşlerini kendi güzel üsluplarıyla yansıtırlardı. Bu işi severek, inanarak yaptıkları için çok da sevimli olurlardı.
O muhterem hocalardan biri bir gün Kant’ı anlatırken onun şu görüşüne önem verdiğini söylemişti: “Kendinin ve diğer insanların hür ve akla uygun irade beyanını bir araç olarak değil insanlığın gayesi olarak görmelisin.”
Burada insanın, başkalarının heveslerine tâbi olmaması gerektiği ana fikri öne çıkarılmış. Kişiliği olan bir kişinin, başkasının rasgele bir tutumu için araç değil bizzat o başkası için bile bir amaç olması isteniyor.
Acaba bu düşünce sisteminden, “öyle bir davranış biçimini benimse ki başkaları için örnek olabilsin. Sen de bunun örnek alınmasını ihlas ile, iç huzuru ile isteyebilesin.” anlamı çıkaramaz mıyız?
Bu düşünceyi hayata geçirebilen dürüst, samimi ve ârif insanların ortaya koydukları örnekler eğer toplum tarafından benimsenirse kanunlara dayanak da olabilir. Bunun dışında, sırf modern toplumlara benzeyebilmek kompleksi ile ya da belli bir zümrenin hoşuna gitmek çabasıyla ortaya konulan kuralların muhtevasına değil ancak adına kanun diyebilirsiniz.
Öncelikle, bu konuda “klasik” hukukçuların muhatap alınmadığını belirtmeye bilmem ki gerek var mı? Birtakım kaynakların dikte ettiği kuralları kayıtsız şartsız benimseyip uygulamayı, “adalet” gibi yüce bir kavram ile bağdaştırabilen duygu, kültür ve tarih bilincinden soyutlanmış klasik hukukçulara…
Zaten konumuzun da hukukla doğrudan hiçbir ilgisi yok.
Bilirsiniz ki bu konularda bir uzlaşmaya varabilmek için “rasyonel” düşünmek bile yetmez. Yetmediği görülmüştür. Hayatiyet için ruha ihtiyaç vardır. Evrensel bir zekâya gerek duyulur. Zekânın, yalnız duyguların değil aynı zamanda sosyolojik bir kavram olarak “bilgi”nin de üstünde olduğu bilinmelidir. Bir gün gelip de hür düşüncenin ve serbest iradenin gerçekte ne olduğunu geniş bir şekilde konuşmaya fırsat bulacağımızı umuyoruz.
Kant’ın, bu gerçekten büyük filozofun fikirlerine paralel düşünürsek onun şu prensibini ihmal etmememiz gerekir: “İnsan öyle davranmalıdır ki bu davranışı genellendiğinde toplumun rahatça benimseyebileceği bir kanun halinde görülebilsin.” Konuyu anlamak istemeyip basitleştirmekte direnenler için şöyle de söylenebilir: “Koyduğunuz içtimai kuralları ivazsız garazsız (çıkar gözetmeden), yürekten benimseyebilmelisiniz. Şekilcilikten kurtulmalısınız.”
Zaman zaman duyduğunuz olmuştur. Şöyle yapmazsak trafik problemini çözemeyiz diye… Bunu söyleyen eğer izan sahibi bir kişi ise o, dediğini yapsanız da problemin çözülmeyeceğini zaten bilir. Birilerine çıkar sağlayan, belirli odakların “erdem” kavramının üstünü çoktan çizdiği bir ortamda bu işler öyle birkaç uzmanın (!) oturup sohbet etmesiyle çözülemez. Niye kendinizi aldatmaya devam ediyorsunuz? Aldandığını kabul etmemenin bir yolu da aldanmaya devam etmektir. Çevrenizde acıyarak baktığınız “bilgiç” insanlarda bu hali hep gözlemektesiniz.
Küçük bir yeşil alan olarak, bir nefeslik olarak bırakılması gereken bir arsayı yandaşlarına peşkeş çekerek imar izni veren yetkililer mi trafik meselesini çözecek? Yoksa oraya, o arsaya üst üste yığılmış ve kaldırımlara taşmış yüzlerce çirkin daire yapan görgüsüz adam mı böyle bir problem olduğunu düşünecek?
Biz de kalkmışız büyük bir düşünürün iki asır önce neler söylediğini anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Konu, ülkemizin meselelerine gelip dayanınca bakın nasıl da ahlakî prensipler ve bu düşünürlerin ahlak hakkındaki görüşleri ön plana çıkıyor.
Bu günlerde gündemde olan ve diğer önemli sorunları geriye iten konu yeni bir anayasanın yapılması. Yeni diye nitelemek yanlış olmaz. Çünkü ruh yapısında bir değişiklik bahis konusu. Zaten sivil bir anayasadan bahsedilmesi, köklü bir değişiklik talebinin açık ifadesidir. Demek ki şimdiye kadar sivil bir anayasamız olmamış. Yazık doğrusu!
Kelimenin en geniş anlamışla “sivil” olarak nitelenmesi, üzerinde durulup düşünülmesi gereken bir husustur. Kimsenin sivil olmayan bir anayasayı hatta sivil olmayan herhangi bir yasayı benimsemesi düşünülemez. Kabul edilemez de…
Ancak bizler kavramları istediğimiz gibi değiştirip istediğimiz gibi anlamakta çok ustayızdır.
Sivil anayasayı biz de istiyoruz. Hem de içtenlikle… Ancak ne yapılmak istendiğini açıklayacak samimi bir kişi arıyoruz. Arzu edilir ki böyle bir yeni anayasa talebi “aydın” dediğimiz kesimden gelsin. Yani şimdi “yaptırmayız, ettirmeyiz, tehlike kapıda, cumhuriyet elden gider” nakaratını tekrar eden kesimden.
Bize asıl ağır gelen, şu veya bu siyasî grubun görüşleri doğrultusunda bir tasarı hazırlanmasından çok, Avrupa’ya uyum sağlama dayatmaları sonunda böyle bir girişimde bulunulmasıdır. Yoksa Türk Milletinin hür iradesiyle, içine millî kültürümüzün, örf ve geleneklerimizin güzel kokusu sinmiş gerçek manada –ve geniş manada- medenî (yani sivil) bir anayasanın kim özlemini duymaz ki?.. Öyle bir anayasamız olmalı ki bize yön vermek görevine soyunan o gelişmiş ülkeler bile özensin, örnek alsın. Şu anda işlevleri hâlâ belirginleşmemiş, kendilerine bilim kurumu havası veren, ancak kalıplaşmış belli siyasî görüşlerin bunalımlı ortamından çıkamayan hiziplerin dikte ettiği maddeler mecmuası değil.
Henüz açıklanmamış tasarılara karşı çıkmaktan başka yapacak bir şey yok mudur? Niçin o heyetler, kurumlar kendi milletinin özünü yansıtan görüşler ortaya koymazlar veya koyamazlar?
Ne hazin bir tecellidir ki koca Türk Milletinin severek benimsediği Cumhuriyet, üniversite kapılarından başörtülü öğrencilerin girmesi halinde elden gidecek sanılıyor ve bu endişe dile getiriliyor. Eğer devletimizin bünyesi bu kadar zayıf ise ya da temelleri güçlü değilse zaten böyle kısıtlamalarla takviye edilemez.
Öte yandan, özlem duyduğumuz geniş fikir hürriyeti ve demokrasi yönünde atılacak adımların kısıtlanması bir bakıma çelişkili bir tutum olur. Demokratik bir ülkede mahkeme kararlarının özgürlüklere set çekmesi kabul edilebilir mi?
Ülkemizin ille beğenmediğimiz başka bir ülkeye benzeyeceği korkusundan kurtulmadan bu konularda ileri bir adım atmak mümkün olur mu? Ayrıca, siyasî yapı olarak –hem de çoğu sosyal ve kültürel bakımdan- oldukça farklı bir topluma uyarlanabilecek zayıf bir bünyede olduğumuzu zımnen kabul etmek değil midir, bu davranış biçimi? O zaman cumhuriyetin kazanımları diye ifade ettiğimiz ve yine bazılarının bilerek bilmeyerek baskı unsuru olarak kullandığı değerler nerede kalır?
Hiç kimsenin endişesi olmasın, okumuş insanlarımızın küçümsediği bu millet şanlı tarihinin birikimi olan cumhuriyetinden vazgeçirilemez.
Yeter ki ufku dar bazı toplum kuruluşları ve bazı basireti bağlanmış siyasîler –aynı trafik meselesinde olduğu gibi- ucuz çözümlere takılmayıp biraz daha derinlere insinler.
El ele verip ortaya bir eser çıkarabilecek derin adamları bulalım, onalar kulak verelim.
Ne demiş koca Yûnus:
“Bahri gerek denizden girüp gevher alası”