Osmanlı döneminden başlayarak 1970’lere kadar basın dünyamız ağırlıklı olarak yazarlıktan gazete sahipliğine geçenlerden oluşmaktaydı.İlkel baskı tekniğinden rotatife uzanan süreçte, matbaa gürültülerinin tınısıyla her gün gazete idarehanesine gelip başyazısını kaleme alan, kağıt, mürekkep kokusuna,hurufata aşina kalem sahipleriydi Babıali patronları. Köşe yazarlığının icat edilmediği o dönemin gazetecilerinin bazıları aynı zamanda tanınmış edebiyatçılardı.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç ve Eşi
“Sansürün ilk kez kaldırılışının 99. yıldönümü ve Geleneksel Gazeteciler Günü nedeniyle düzenlenen töreni onurlandırmanızı saygılarıyla rica ederler” yazılı davetiyede, törenin 24 Temmuz 2007 Salı akşamı Dolmabahçe Sarayı Hasbahçe’ de yapılacağı yazılı. Davetiyenin arka kapağını okuyalım şimdi de:
TURKCELL – PHILIP MORRIS / SABANCI Katkılarına teşekkürlerimizle…
1908 İkinci Meşrutiyet sonrası sansürün kaldırılışının yıldönümü olan 24 Temmuz her sene ülkemizde Basın Bayramı olarak kutlanır. Kutlamaların öncüsü ve ev sahibi de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olur. II. Abdülhamit’in sansür uygulamasının 1908 devrimiyle sona erişinin yıldönümünde basın özgürlüğünün önemi bir kez daha vurgulanır. Geçmişteki sansür uygulamalarından örnekler verilerek basın ve gazetecilerin bağımsız bir ortamda düşünce ve ifade özgürlüğünden en geniş bir biçimde yararlanarak kamuoyunu aydınlatma sorumluluklarına işaret edilir.
24 Temmuz akşamı Hasbahçe girişinde konuklar cemiyet başkanı ve eşi tarafından karşılandı. Hasbahçede ilerleyen konuklar sarayın ana giriş kapısı üzerinde büyük puntolarla TURKCELL afişini gördüler. Tören kürsünün hemen yanında ise PHİLİP MORRİS / SABANCI yazısıyla karşılaşınca o akşamın yeme içme giderlerinin kimlerin kesesinden çıktığını öğrenmiş oldular.
Törenin açış konuşmasında Cemiyet Başkanı Orhan Erinç, 24 Temmuz 1908’den bu yana geçen süreçte sansürsüz bir gazetecilik yaşamının gerçekleştirildiğini söylemenin olanaksız olduğunu belirtti. Halkın bilgilenme ve haber alma hakkının engelleniyor olmasını kabul etmenin gazeteciler için mümkün olmadığını ifade eden Erinç;” Bu nedenle de 24 Temmuzları ‘basın özgürlüğü yolunda bir mücadele aşaması günü” olarak anıyor ve ‘Basın Özgürlüğü Ödülü’ vermeyi sürdürüyoruz “ dedi.
Kişi ve kurum bazında olmak üzere iki Basın Özgürlüğü Ödülü’nün verildiği törende; kişi dalındaki ödül TCK 301. maddeden hüküm giyen ve silahlı bir saldırı sonucu öldürülen Agos gazetesi sahibi ve başyazarı Hırant Dink, aynı maddeden yargılanan yayıncı Ragıp Zarakolu ve Avukat Gülçin Çaylıgil arasında paylaştırıldı. Hırant Dink adına eşi Rakel Dink, yayıncı Zarakolu ve Gülçin Çaylıgil ödüllerini Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç’ten aldılar. Kurum dalındaki ödül ise, gazetecilerin ekonomik, sosyal ve sendikal haklarının sağlanması yolunda yaptığı çalışmalar nedeniyle Türkiye Gazeteciler Sendikası’na verildi. Ödül törenin ardından Sürekli Basın Kartı alan 82 gazeteciye armağanları sunuldu.
Osmanlı döneminden başlayarak 1970’lere kadar basın dünyamız ağırlıklı olarak yazarlıktan gazete sahipliğine geçenlerden oluşmaktaydı.İlkel baskı tekniğinden rotatife uzanan süreçte, matbaa gürültülerinin tınısıyla her gün gazete idarehanesine gelip başyazısını kaleme alan, kağıt, mürekkep kokusuna,hurufata aşina kalem sahipleriydi Babıali patronları. Köşe yazarlığının icat edilmediği o dönemin gazetecilerinin bazıları aynı zamanda tanınmış edebiyatçılardı. Sonuçta kar amaçlansa bile, ailede kuşaktan kuşağa süren gazetecilik ve gazete sahipliği, matbaa mürekkebine bulaşmanın ve Babıali atmosferinin yarattığı bir tutkuydu. Bu dönemde gazete sahiplerinin basın dışında ekonomik faaliyetlerinin yokluğu, sermaye guruplarına eklemlenmiş olmayışı göreceli bağımsızlığının teminatıydı. Devletin ekonomik alandaki ağırlığı da düşünülünce bu dönemde iç ve dış sermaye güdümünden çok, bürokratik bir ağırlıktan söz edilebilir.
Büyük sermaye basına el atınca uzun bir süreçte oluşan Babıali gelenekleri de kısa sürede ortadan kalktı. Tekelci sermayenin ekonomik hedeflerinin, elde etmek istediği karın ve ekonomik nüfuzun en etkili aracı medya olacaktı artık. Türkiyeli sermayenin en büyüklerinin bu alana el atmasıyla basından medyaya, Babıali’den İkitelli’ye geçiş tamamlanmış oldu.
Yeni dönemin birincil özelliği, küresel sermayenin yanaşması Türkiyeli sermaye medyasının özgürlük sınırlarının patronun ekonomik çıkarlarına göre belirleniyor olmasıdır. Patronunun halihazırdaki ve gelecekteki çıkarlarına uygun bir yol haritası yayın politikasının temelini oluşturmaktadır. İkitellinin gösterişli cam binaları, ulaşılmaz genel yayın yönetmenlerinin, anlı şanlı köşe yazarlarının altın kafesleridir günümüzde. Patronların dönemsel çıkarları gerektirdiğinde bir anda altın kafeslerinden çıkarılıp, aslanlara atılacak arena yemlerine dönüştürülen modern çağın Roma köleleri de diyebiliriz onlara…
Osmanlı döneminin ilk Anayasası olan 1876 Kanun-u Esasi’nin 12. maddesinde; “Matbuat kanun dairesinde serbesttir “ deniliyordu. Bu hüküm sansür uygulamasına yol veren bir özellik taşımaktaydı.1908 İkinci Meşrutiyet’inden sonra 1876 Anayasasında yapılan 1909 değişikliği sonucu bu maddeye “hiçbir vesile ile kableltab teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz” cümlesi ilave edilerek sansür uygulamasına imkan veren anlam değiştirilmişti.
Günümüzde düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı hiçbir hüküm bulunmasa bile sermayeden, toplumun egemenlerinden bağımsız bir medya yoksa, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü de yoktur. Emperyalizmle barışık, emeğe yabancılaşmış sanal kahramanların ulus devletleriyle kavgası, modern çağ mitoslarının özgürlük savaşımı olarak sunulmaktadır topluma...Ulusu ayrıştırıcı, emek saflarını birbirine yabancılaştırıcı, etnikçi medya kampanyalarının dolma kalemleri sermaye medyasının çağdaş Prometheuslar’ı olarak yutturulmaktadır topluma… Brüksel’den ve Atlantik ötesinden üflenenleri topluma üfürmekten başka hiç bir yetenekleri olmayan, çağdaş kapı kulluğuna soyunmuş üfürükten kalemlerdir söz konusu edilenler.
Philip Morris / Sabancı’nın duman altıyla sağduyu hepten kaybedilmemişse, tekelci sermayenin kanatları altında basın özgürlüğünü kutlamanın, sofrasında yenilip içilirken sansürün kaldırılışının 99.yılından bahsetmenin ne anlama geldiğini eli kalem tutan, basın kartı taşıyanların bir iyice düşünmeleri gerekiyor. Gazetecilerin, basın emekçilerinin patron talimatıyla anında plaza önüne, sokağa atıldığı bir süreçte tekelleşmeye karşı durmak varken, tekelcilerin sponsorluğunda özgürlük bayramının ne anlama geldiğini de düşünmeleri gerekiyor.
Yine Alman derin devletinin sivil görünümlü aktörlerinden olduğu söylenen, Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin uzantısı Konrad Adenauer Vakfı’nın parasıyla basılan; Yerel Basın Eğitim Seminerleri Dizisi” nden 4 kitabın diş kirası kabilinden konuklara niçin dağıtıldığının da iyice düşünülmesi gerekiyor. Yerel medyayı Alman parasıyla eğitmenin, demokratikleşme ve sivilleşme dışında, Alman çıkarlarıyla bir ilgisinin olup olmadığının da bir iyice düşünülmesi gerekiyor. Cemiyetin Alman vakfıyla samimiyetinin iki eşit kurum arasındaki doğal iletişim mi, yoksa bir çeşit vesayet anlamına mı geldiğinin de düşünülmesi gerekiyor. Düşünülecek bir şey daha var: British Council tarafından basılan “Medya ve Çeşitlilik Kılavuzu” serisinden ‘Çocuk - Kadın ve Cinsel Yönelim - Kültürel Çeşitlilik ‘ kitapçıklarının dağıtımının yapılması diş kirası yanında Alman’ı İngiliz’le dengelemek düşüncesi midir?
Sansürün kaldırılışının tek başına bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor. Esas olan sermayenin sansürüne karşı sermayeleşmeden durabilmek…