Ramazan dolayısıyla televizyonlarda (“tiii viii”lerde değil!!!) çeşitli konuşmalar dinledik. Bilenler anlattı, bilmeyenler öğrendi… Bilenlerse, bildiklerini pekiştirdi. Bunlardan biri de şu idi: “Efendim Sultan 2’nci Mehmed Istanbul’a şuradan girdi. İlk Cuma namazını şurada kıldı. Ayasofya’nın kubbesine çıkıp bir tur attı. (Yanındaymış gibi en ince ayrıntısına varana dek anlatıyor!!!)
Avam yalanla avutanı, hakikat ile korkutana tercih eder.
Cenab Şahabeddin (Tiryaki Sözleri’nden)
Bu şehri bize armağan eden Fâtih, askerlerine dedi ki: ‘Ganimetler sizin, binalar benim…’ Bu, çevrecilik bilincidir.. falan filân”…
Bunca konuşmacıdan, bildiklerini sergileyen bunca kişiden biri de kalkıp da “Hızır Beği, İstanbul Belediye Başkanlığı’na şu gün getirdi…” demedi!!! Şimdi sormak gerek: Istanbul’un ilk belediye başkanı olan Hızır Beğ, İMÇ’de 3’üncü blok önündeki kabri başında (Kâtib Çelebi ile Şair Necati Beğ’in mezarları da yakınındadır) neden ve niçin (30 Mayıs) günü anılıyor?!!
*
Yıllar önce “Yunus Emre Oratoryosu” yapılmıştı… Şimdi de “Mevlâna Oratoryosu” bestelenecekmiş. Bu harikalar harikası iş, Devr-i dilârâ-yı tayyiiiiib’de yapılıyor. Bununla da yetinilmediğinden ötürü “Ekin” Bakanı Ertuğrul Günay efendi, başka iş kalmamış olsa gerek, kocaman şiirci Nazım’ın kemikleriyle iştigal ediyor. Mevlâ kem gözlerden saklasın! Bakarsınız bundan ötürü AB’nin, ABD’nin kapıları bizim için birdenbire sonuna dek açılıverir. Herifler “Aman ne olur giriverin!..” diye yalvarmaya başlarlar..
İlgililer-bilgililer, etkililer-yetkililer şu soruları cevaplandırabilirler mi: Emin Bülent Serdaroğlu’nun kabrinde bir tabelâ bile yok… Ömer Seyfettin’in mezarından ne haber?!! Mustafa Nazif Irmak nereye gömüldü; Levnî’nin, Şemseddin Karahisarî’nin kabirlerini bilen var mı?.. Sultanüşşuara Bâkî’nin, Hafız Sami’nin, Hafız Kemal Gürses’in, İzzettin Hümayi Elçioğlu’nun mezarları ne âlemde?.. Musikimizin efsanevî şöhreti Tamburî Cemil Beğ adına yapılan uyduruk mezara daha ne kadar göz yumulacak?!! Büyük Türk bestekârı Itrî’nin mezarını bulabilirler mi?.. Ud virtüözümüz Nevres Beğ’in (Orhon) Yakacık’taki mezarı duruyor mu?!! Enderunlu Vasıf’ın yıllar önce sökülen mezar taşı ne oldu?.. Türk hat sanatının doralarından-doruklarından Şeyh Hamdullah’ın mezarının işgal altında olduğu doğru mu?.. Karacaahmet’teki yangını kim söndürecek?.. Mezarlıklarda resim çekmek neden ve niçin yasaklandı?!! 30 Eylül Pazar günü Zincirlikuyu mezarlığı H adası yakınlarında filim çekildiği iddiaları doğru mu? “Tarih müverrihi” zehir hafiyeler bu konularda niçin dut yemiş bülbüle döndü?!!
Sözü fazla uzatmadan sözlüklere bakalım, oratoryo için neler söyleniyor:
Yaşar Çağbayır’ın 38 yıl emek verdiği Ötüken Türkçe Sözlük’e bakıyoruz: “Solo ve koro çalgılar için yazılan, temsil edilmeyen, hem kilise hem de tiyatro ile ilgili, genellikle dinsel, dramatik müzik türü.”
Meydan Larousse’taki tarif şu: “XVI’ncı yy.ın ikinci yarısında Roma’da ortaya çıkan, hem kiliseyle, hem de tiyatroyla ilgili müzik türü.”
Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nde şunlar yazılı: “Batı musikisinde Katolik veya Protestan mezheplerine göre Hıristiyanlık prensiplerini terennüm eden sözlü musiki eseri.”
Yılmaz Öztuna’nın Türk Musikisi Ansiklopedisi’ni açıyoruz: “Oratoryo: Katolik veya Protestan kilise musikisine mahsus, dinî orkestra ve koro eseri.”
Durum böyle olunca gelin de söylemeyin: Ka yavrum, Agop demek, bu ne nane yemek?!!
Selahattin Alpay televizyonda anlattı:
Adını vermek istemediğim, türküleri pop müzik gibi okuyan bir arkadaş bir gün, Âşık Veysel’in huzurunda, onun “Uzun ince bir yoldayım” adlı eserini okudu. Sonra da Veysel’e sordu:
-Baba nasıl oldu?
-Sağ ol evlât, güzel okudun.
-Baba, nasıl beğendin mi?
-Güzel oldu.
-Baba sahi gerçekten beğendin mi?
Koca Veysel, bu sonu gelmez sorulara, sonunda şu cevabı verdi:
-Sağ ol; iyi okudun, güzel okudun amma, kaşının gözünün yerini biraz değiştirmişsin!
*
Rumeli Türkleri Federasyonu Başkanı Özcan Pehlivanoğlu, Kastamonu’daki o güzel konuşmasının (25 Ağustos 2007) bir yerinde şunları söyledi:
-Struga’da bir yerde sohbet ediyorduk. Yanımızda yaşlı bir nine vardı. Bembeyaz başörtüsüyle, o gönlünün güzelliğinin vurduğu nuranî yüzüyle her görende saygı uyandırmaktan geri kalmıyordu. Yalnız zekâ değil, aynı zamanda sevgi ve şefkat fışkıran gözleriyle bakıp tatlı tatlı anlatıyordu:
-Bir kızanım Istanbul’da, bir kızanım İzmir’de. Bir torunum Bursa’da, bir başka torunum Edirne’de.
Dinleyenlerden biri sormadan edemedi:
-Nine sen burada yalnız başına niçin oturuyorsun?..
Ninenin verdiği cevap unutulacak gibi değildi; üstelik de kulaklara küpe olacak soyundandı:
-Ben burada sizin için bekliyorum…
*
Bunu duyunca, Prof. Dr. Aydın Taneri’nin Türk Devlet Geleneği (Ankara 1981, 61.s.) adlı eserinde okuduğumuz bir olay aklımıza geldi.
Taylan Uygur anlatıyor:
“Milliyetçi bir amatör spor yöneticisinden, Istanbul’un Vardarspor Kulübü başkanı Hakkı Merter’den dinlediğim gözler yaşartan, göğüsler kabartan, damarlardaki kanı alev alev yakan bir anıyı nakledeceğim bugün sizlere:
Olay 1953 sıralarında Yugoslavya’da, Üsküp’te geçer. Ankara Demirspor futbol takımı bir dostluk maçı yapmak üzere Üsküp’e gelmişti. Oyun ev sahibi takımın üstünlüğü altında geçmekteydi. Hatta sonunda Demirspor karşılaşmayı 7-0 gibi çok açık bir farkla kaybetti. Konumuz bu açık farklı yenilgi değil, saha kenarında 70-75 yaşlarında bir ihtiyarla Makedonyalı gençler arasında geçen bir konuşma.
Evet, o koca ihtiyar vurmuş sırtına heybesini, bir gözünde beş altı somun ekmek, diğerinde bir desti su, tam orta çizginin taç çizgisiyle kesiştiği yerin az berisine bağdaş kurmuş oturmuş. Gözlerini dikmiş sahaya, âdeta taş kesilmiş bakıyor. Demirspor da yedikçe yiyor. Artık oyun futbol olarak ilgi çekiciliğini kaybettiği bir sırada bir grup Makedonyalı genç, ihtiyara takılmaya başladı:
-Baba sen anlar mısın ki futboldan, buraya gelmişsin?
………….
-Baba sen gol nedir; taç, ofsayt, frikik neye denir bilir misin?
…………
-“Bilmem” dedi ihtiyar.
-Eee, ne geldin buraya?..
Koca dede ileride bakmakta olduğu noktadan ayırmadan gözlerini, şöyle cevaplandırdı soruyu:
-Bir sevgiliyi görmeye!..
Sonra devam etti, titrek parmağıyla ileride, karşılıklı tribünün damından aşağıya sarkıtılmış Türk bayrağını göstererek:
-Bak şuradaki Ay Yıldızlı bayrağa, sevgilime… Şu maç dediğiniz hiç bitmese de bir hafta, on gün sürse, ben de doya doya seyretsem onu. Azığım, suyum yanımda. Gece gündüz gözümü kırpmadan seyretsem ben o sevgiliyi. Onun altında mülâzimlerimi, çavuşlarımı, Çanakkale’deki silâh arkadaşlarımı görüyorum...
Dede konuşmuyor, kükrüyordu artık. Bembeyaz sakalı gözlerinden süzülen yaşlarla ıslanmış, omuzları dikleşmiş, başı yukarılara kalkmıştı; çakmak çakmak gözleriyle baktı delikanlılara. Sonra bir hamlede mintanını açtı. Sağ tarafında kavun girecek kadar bir boşluk, bir çöküntü vardı göğsünün. Yumruğunu sıkmış, havayı dövüyordu artık dede:
-Bak!.. diye haykırdı; onun gölgesinde İngiliz bu parçamı aldı götürdü. Feda olsun her şeyim ona…
Mâniler
Sakın aldanma kanma
Biz her zaman çoğuluz…
Adımızı sorarsan
Arslan gibi “Oğul”uz…(1)
Sanma bizi darıyız,
Petek petek arıyız.
Bozkurt gibi “Oğul”uz,
Altın gibi Sarı’yız. (2)
Gel deseler gelmez mi,
Göz yaşını silmez mi?
Kültür Müdürü (4) olan
Oturmayı bilmez mi?!!
Gözümüz yok kasada
Sanma gönül tasada.
Kültür Müdürü Yarar
Bağdaş kurar masada!!!
El uşağı yağdırır
İftirayı, lâneti…
Ankara’yı kurtardı
Polisimin dikkati… (5)
Zati Sungur (6) yapamaz
Hayatta olsa eğer…
“Gül” gibi tırilyonlar
Uçuvermişler meğer!!!
Yok mu sürü tekesi
Ağa, köyün nekesi (7)
Lekelerin kötüsü
Elbet namus lekesi…
Erkek olmaz kadınsız
Kadın olmaz kocasız.
Muş’ta üniversite
Öğrencisiz, hocasız!.. (8)
1)Oğul: Aynur-Yücel Sarı’nın, Türklerin sayısını artırmak için “Gelimli gidimli dünya/Son ucu ölümlü dünya”yı 17.8.2007’de şereflendiren oğulları.
2)Sarı: Bilindiği gibi hem “değerli”, hem de “altın” demektir.
3)Etli: Kastamonu’da İzbeli Sokağı’nda nefis pideleriyle tanınan bir yer.
4)Konya Kültür Müdürü Abdüssettar Yarar, 7.9.2007’de Paris’te yapılan Mevlâna gösterisinde protokolda oturduğu masada ayakkabılarını çıkarıp bağdaş kurdu…Bir süre sonra da açığa alındı.
5)Patlayıcı yüklü bir kamyon, bir polis memurunun dikkati ve köpeğinin becerisi sayesinde fark edildi. Başkent bir facianın eşiğinden döndü ( 11.9.2007).
6)Zati Sungur: (Bursa 1898-Istanbul 1984). Sağlığında hakkında efsaneler anlatılan Türk illüzyonisti.
7)Nekes: Cimri, pinti, var yemez, kısmık, mıhsıçtı.
8)Muş’ta 26.9.2007’de açılan Alparslan Üniversitesi’nin 5 öğretim üyesi var; bir tek öğrencisi yok!.. .Hani Baba Erenlere sormuşlar:”Abdestsiz namaz olur mu?..” Hazret muzip muzip gülümseyerek cevap vermiş:”Ben kıldım; oldu.”İşte, tam onun gibi.. Öğrencisiz, hocasız, laboratuarsız, kütüphanesiz üniversite bizden başka nerede görülür?!! Ne diyelim. Adım başında üniversite açacaklarını kasıla kasıla ilân edenlerin kulakları çınlasın..
Ne demekse!!!
Kitaplığımıza Meydan Larousse gibi bir eser kazandıran Hakkı Devrim üstadımız Türkçe yanlışları için çırpınıyor, didiniyor. Yanlışları gösterip doğrularını öğretiyor. Bütün buna rağmen yazılı ve görüntülü basında Türkçe yanlışlarından geçilmiyor. Üstad’ın emekleri inşallah sağdıç emeğine dönmez. Bu sayıda birkaç yanlış da biz sıralamak istedik:
Toplu katliam
Haber Türk, 9.9.2007, 20.40
(…) Bölgede birçok otelin inşaatı sürüyor.
Hürriyet, İK, 9.9.2007, 1.s.
Arapça, İngilizce dilleri
Haber Türk, 9.9.2007, 19.50.
Soru: Istanbul’un ilçesi? Cevap: “Taksim…”
Hürriyet, Keyf, büyük bulmaca 9.9.2007.
Sıcaklık 5 ilâ 7 derece arasında... Motorsiklet
Haber Türk, 20.9.2007, 12.10.
Çirkin ördek yavrusu
Kanal D, Eylül, çeşitli günler, saatler
Türk musikisine yürekten gönül verenler
Mustafa Yolaşan, TRT 4, 29.9.2007, saat: 19.30.