Bundan önce Orta Doğu, Kafkasya ve Güney Asya coğrafyasındaki Türk izleri ile ilgili yazılar yazmıştım. Bu sayıdan itibaren Balkan coğrafyasındaki Türk izlerini incelemeye başlıyoruz. Yunanistan ile başlayacak Balkan yolculuğumuz diğer ülkeler ile devam edecek. Hayırlara vesile olması dileği ile başlayalım diyorum.
Türklerin Balkanlara geçişini yani Avrupa’ya ilerleyişini sadece Osmanlı’ya bağlayarak değerlendirmek yanlış olur. Bilindiği gibi Batı Hun Türkleri 5’ci yüzyıldan itibaren Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru ilerleyerek Batı Roma İmparatorluğunu perişan ederler ve Fransa sınırına kadar dayanırlar. Bununla birlikte İstanbul’u da batıdan kuşatarak almaya çalışırlar ancak başaramazlar.
Doğu Bizans İstanbul’u Hun Türklerinden korumak için 5. yüzyılda (413- 447) bu günkü surları Ayasofya’dan 2 km. batıya çeker. Bu karar III. Bizans konseyinde Efes’te alınır. Ancak Attila ölüp Batı Hun İmparatorluğu dağılınca Bizans İstanbul’da büyük sevinç gösterileri yapar ve Türklerden kurtulmanın anısına bugün Fatih – Kız taşındaki Markianos anıtını diker (Büyük İslam Ansiklopedisi, Cilt 23,sayfa: 208). Kültür Bakanlığımız tarafından restore edilen bu anıtta bahsettiğimiz bilgiler yer almamakta ve tarih yanlış nakledilmektedir.
Hunlardan başka pek çok Türk kavimleri atalarının izinden giderek batıya doğru akınlar düzenlemişlerdir. Bunlar Kıpçaklar, Bulgarlar, Kumanlar, Peçenekler, Uzlar, Avarlar ve nihayet Osmanlılar. Osmanlıların Avrupa’ya geçişi 1354 Gelibolu’nun fethi ile başlar ve İstanbul’un 1453’te Fatih tarafından fethi ile doruğa erişir. Tuna nehrine kadar her yer ele geçirilir. Osmanlı İstanbul’un güvenliğini Tuna’da, Hicaz’ın güvenliğini de Yemen’de görür. Bunu da gerçekleştirir ve Tuna’yı bir Türk nehri haline getirir. Bununla da yetinilmez ve Tuna geçilerek Viyana alınmaya çalışılır ancak başarılamaz ve gerileme başlar. Ve nihayet 93 harbi ve 1911- 13 Balkan harpleri ile yaklaşık 500 yıl hükmettiğimiz bu topraklar terk edilmek zorunda kalınır ve bir milyona yakın şehit verilir. Milyonlarca insanımız da doğup büyüdükleri Balkanları terk ederek Anadolu topraklarına yerleşmek zorunda kalır.
1913 Edirne’nin Enver Paşa tarafından alınmasından sonra Gümülcine’ye kadar her taraf tekrar alınır ve Batı Trakya Türk Devleti kurulur. Bu devlet 1917 yılına kadar yaşar ve daha sonra yıkılır. Böylece Batı Trakya Türkleri için sıkıntılı yıllar başlar. Bu gün 21. yüzyılda bile Avrupa Birliği ülkesi Yunanistan’da Türk bölgelerinde Türkçe öğretimi yasaktır.
Osmanlı Rumeli’yi şahanesinde yani Balkanlarda binlerce mimari eser bırakır. Maalesef bırakılan bu Türk mimari eserlerinin yüzde 98’i Osmanlının yerine geçenler tarafından yok edilir. Bunun nedeni eski efendilerinden daha iyisini yapamamanın verdiği aşağılık duygusu olsa gerek diye düşünüyorum. Bu yazımızda sizlerle Yunanistan’da kalan bu Türk mimari eserlerini inceleyecek, bazen sevinecek ve bazen de hüzünlenerek o eski günleri yâd edeceğiz. Yazımıza başlarken Batı Trakya Türkleri için büyük mücadele veren Dr. Sadık AHMET’i şükranla anıyor ve kendisine yüce Allah’tan rahmet diliyorum
Yunanistan Balkanlarda Osmanlının en fazla mimari eser yaptığı ülkedir. Bunun sayısı ise 3771’dır. Ancak bunların büyük çoğunluğu yok edilmiştir. 1926 mübadelesi ile sınır kabul edilen Karasu ırmağının batısında hiç Türk kalmamıştır. Bu nedenle Karasu’nun batısında bu gün bir tane açık cami yoktur. Hatta camilerin minareleri ya yoktur (Yanya’da iki cami hariç) ya da yarıdan kesilmişlerdir. Oysaki Türkiye’de birçok Rum kilisesi açıktır. Yunanistan’da okullarda ve kurumlarda Türkçe yasaktır. İstanbul’da ise Fener Rum Lisesi açıktır ve Rumca öğretilmektedir.
Yunanistan’a bu güne kadar 4 kez gittim. Gümülcine’den Rodop dağlarındaki Pomak Türk köylerine, Drama’dan Serez’e, Selanik’ten Trikale’ye, Yanya’dan Preveze’ye. Arta’dan Atina’ya, Mora’ya, Rodos’a, Girit’e pek çok Türk eseri boynu bükük şekilde kendisine uzanacak bir el bekliyor. Her şeyden önce kendilerini ziyaret edecek ve sahiplenecek eski sahiplerinin torunlarını düşlüyor. Geleceğe umutla bakmak istiyor.
Yunanistan bizim sınır komşumuzdur. İstanbul’dan özel aracınıza atladığınız gibi İpsala sınır kapısını geçer geçmez kendinizi Dedeağaç’ta buluyorsunuz. Gözleriniz Osmanlı’dan bir iz arıyor ama bulamıyor. Eserle birlikte Türk nüfus da pek yoktur. Çünkü Yunanistan güvenlik nedeniyle Türkiye sınırına yakın yerlerde Türk bulundurmamaktadır.
Dedeağaç’tan 45 dakika sonra Eski Batı Trakya Türk Devletinin Başkenti Gümülcine’ye varıyoruz. Eski Gümülcine sokaklarını gezerken sanki bir Anadolu şehrinde hissediyoruz kendimizi. Vatandaşlarla sohbet ederken Ankara Dil Tarih Bölümünü bitirmiş arı kovanı üreten Türk kardeşimize rastlıyoruz ve sohbet ettikçe içimiz burkuluyor, tükürüğümüz boğazımıza düğümleniyor ve ne söyleyeceğimizi bilemiyoruz. Eski Cami, Saat Kulesi, Yeni Cami derken caddeler bizi bir şehir parkına götürüyor. Parkın hemen yanında tarihi Osmanlı kabristanlığını görüyoruz. Etraftaki yaşlı Türklerle sohbet ettiğimizde bir başka tarihi gerçekle yüz yüze geliyoruz. Bu parkın yıkılan Osmanlı mezarlığının yerine yapıldığını öğreniyoruz. Çok üzülüyoruz ve hemen oradan dedelerinizin kabirleri üzerinde daha fazla yürümemek için ayrılıyoruz.
Sokaklarda gezerken İstanbul’dan bir arkadaşımıza rastlıyoruz. Üzüntünüz bir anda sevince dönüşüyor ve hemen derin bir sohbete başlıyoruz. Arkadaşımızla Gümülcine’yi gezerken yaşlanmış Osmanlı çınarları bize hoş geldiniz der gibi sallanmaya başlıyor ve tam o sırada gözümüz neredeyse yıkılmak üzere olan bir yarım minareye takılıyor. Minarenin camisini arıyor fakat bulamıyoruz. Yanda mezarlığın durmakta olduğunu fark ediyoruz. Aynı anda sevinci de hüznü de birlikte yaşıyoruz.
Oradan Gümülcine’yi çevreleyen dağlara doğru yol alırken sağlı sollu Türk köylerine rastlıyoruz. Köylülerle sohbet ederken çok güzel meyve kokteylleri geliyor önümüze. Gümülcine kirazının tadına doyamıyoruz. Köyleri gezerken Eski Gümülcine helvacısı rahmetli Bengisu’nun helva kavurduğu kazanı gözümüze takılıyor. Hemen onu çekerek arşivimize alıyoruz. Kıyı köyün üstündeki çamlık lokantasında Batı Trakya Türk mutfağının o güzel yemeklerini yerken gözümüzün önünde uzanan ovaya bakarak enginlere dalıyoruz.
Gümülcine’yi geride bırakarak dağ yolundan İskeçe’ye doğru yol alıyoruz. Yaklaşık yarım saat sonra İskeçe’ye giriyoruz. Doğruca saat kulesinin olduğu şehir meydanına gidiyoruz. Meydanda bizi Osmanlı çınarları ve tarihi saat kulesi karşılıyor. İskeçe’nin kalbi bu meydandır. Meydanda bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra ikindi namazı kılmak için kenardaki küçük bir camiye gidiyoruz. Camide asılmış Sultan Ahmet Camisi ve Türk bayrakları içeren resimleri görüyoruz. Namazdan sonra çarşı içine dalıyoruz. Gezimize devam ederken başörtülü hanımlar görüyoruz. Tam o sırada karşınıza devasa bir Osmanlı çınarı ve meşhur Çınar Camisi çıkıyor. Kitabesinden 1775 yılında Çıplak Hüseyin Ağa tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz.
İskeçe’den rotamızı Rodop dağları eteklerine bir inci gibi dizilmiş Pomak Türk köylerine çeviriyoruz. Bir anlama Batı Trakya’nın kalbi bu köylerde atar. Biraz yükseldikten sonra şöyle bir nefeslenip güzel İskeçe’mizi kuşbakışı izleme fırsatını buluyoruz. Göğe yükselen minareleri ile bize tipik bir Anadolu kentini hatırlatıyor. Şehrin çamlıklarla çevrilmiş yamaçlarına baktığınızda sol tarafta kartal yuvası gibi bir yapı görüyoruz. Rehberimize bu nedir diye sorduğumuzda rahibe okulu olduğunu söylüyor. İşte burada biraz bilginiz varsa büyük devlet politikasının ne demek olduğunun farkına varırsınız. Türklerin en yoğun olduğu yere rahibe okulu açıyor.
Artık Rodop dağlarına tırmanmaya başlıyoruz. Rodop dağlarının tepesine yani Bulgaristan sınırına kadar hiç Rum yerleşim yeri yoktur. Dağlara ve manzaraya hayran kalıyoruz. Dere boyu giderken bir köprü gözümüze takılıyor. Mimari yapısından Osmanlı eseri olduğu kesin. Kitabesini arıyor gözlerimiz ancak bulamıyor. Çünkü harap hali gibi kitabesinin de yılların ihmaline dayanamayarak kaybolduğunu ya da özellikle kaybedildiğini anlıyoruz. Rehberimiz adının Hamidiye köprüsü olduğunu söylüyor. Derenin etrafına sağlı sollu dizilmiş Türk köyleri arasından ilerleyerek doğruca Batı Trakya’nın kalbi Şahinköy’e geliyoruz. Şahinköy eski İskeçe müftüsü Mehmet Emin Ağa’nın köyüdür. Ebedi hayata intikal eden Ağa’yı rahmet ve şükranla anarsınız. O da rahmetli Dr. Sadık Ahmet gibi Batı Trakya Türkleri için çok büyük mücadeleler vermiş bir kardeşimiz idi.
Şahinköylüler bizi çok hoş karşılıyor. Tam bir Anadolu köyünde hissediyoruz kendimizi. Etraftaki tütün tarlaları ile birlikte köyün çok güzel ve düzenli olduğunu görüyoruz. Dağ yamacına yerleşmiş olan köyün dere boyunca uzanan ana caddesinde akşamüzeri oldukça güzel giyimli kız erkek gençlerin dolaştıklarını görüyoruz. Kendimizi İstanbul’un caddelerinde sanıyoruz. Bir tek fark ise genç ya da yaşlı hanımların hepsinin başörtüsü takması oluyor. Bu dini bir gerekliliğin yanında milli bir simge gibi de algılanıyor. Batı Trakya’da bir hanım başörtülü ise o Türk’tür.
Yolunuz Şahinköy’e düşerde Karaca Ahmet Camisi ve makamını, kardeşi Karaca Ayşe Camisi ve makamını ziyaret etmeden geçerseniz bu geziye yazık olur. Şahinköy’den tırmanmaya devam ediyoruz ve Rodop dağlarındaki en yüksek Türk köyü Demircik’e ulaşıyoruz. Köyün üç katlı camisinin açılışına çok yoğun bir katılım olduğunu köylüler anlatınca şaşkınlığımız daha da artıyor. Köylülerle sohbet derinleştikçe derinleşiyor ve tam o sırada ezan okunmaya başlıyor. Allah’ım bu ne büyük mutluluk diyorum.
Komünizm çöktükten sonra sünnet organizasyonu için gittiğimiz Azerbaycan Şeki dağlarında Dr. İ. Rauf Aksoy’un okuduğu o duygu yüklü ezanlar geliyor aklıma. Demircik köylüleri ile vakit namazını kıldıktan sonra ayrılık vakti gelip çatıyor. Herkesle tokalaşırken yaşlı bir amca bize götürmek için aldığı kirazı uzatıyor. Almak istemiyoruz. Amca kızarak olur mu öyle şey diyor. Siz İstanbul’dan bizi ziyarete geleceksiniz. Biz size kiraz ikram edeceğiz. Siz de almayacaksınız. Çok duygulanarak kirazı kabul ediyoruz. Resimler çekilerek oradan ayrılıyor ve akşam kalacağınız Şahinköy’e dönüyoruz.
Şahinköy’de çok güzel bir akşam yemeğinden sonra derin sohbetlere dalıyor ve geçmiş günleri anıyoruz. Nefis bir dağ havasında iyi bir uyku çekiyoruz. Hoş bir sabah ezanı ile uyanıp pencereden baktığımızda kendimizi Karadeniz içlerinde hissediyoruz. Artık ayrılık vakti geliyor. Kahvaltı etmeden yola koyulup kendimizi İskeçe’deki Türk börekçilerinden birine atıyoruz. Peynirli, ıspanaklı, kıymalı derken hepsinin tadına bakıyoruz. Böylece İskeçe’ye de hoşçakal deme vakti geldiğinin farkına varıyoruz. Başka bir baharda tekrar gelmek üzere Kavala’ya doğru yola koyuluyoruz.