Ziya Osman Saba’nın Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yılları ve arkadaşlarını anlattığı “O Okul” isimli güzelim yazısı beni derinden etkilemiştir. Zaten Ziya Osman’ın nahif tavrı, ince ruhu ve vefalı duruşu beni her zaman kendisine hayran bırakmıştır. Yıllar sonra bir okula öğretmen olarak atanınca öğrenciliğin ve öğretmenliğin ne ifade ettiğini daha iyi anlamıştım veya anladığımı zannetmiştim.
Yaklaşık 6 yıl görev yaptığım ilk okulum, hayatımın en güzel dönemlerinin geçtiği bir yer olarak hatıramda ve hafızamda her zaman canlı ve müspet bir şekilde kalacaktır. Zira ilk öğrencilerimi orada tanıdım öğretmenin ve öğrenmenin zevkini orada tattım.
Aslında bu okulun yabancısı değildim, zira ortaokulu hemen yanındaki okulda okumuş, liseyi de iki üç yüz metre uzağındaki meslek lisesinde bitirmiştim. Ara sıra çeşitli programlar ve yarışmalar için bu okulun konferans salonunu kullanmak üzere oraya götürülürdük. İşte bu okula 1996 yılının 29 Ocağında atamam yapıldı ve aynı gün göreve başladım. Sanırım bir hafta sonra da yarıyıl tatili bitip ikinci döneme başladık. Liseden hocamız olan Esadullah Bey, burada müdür yardımcısıydı ve beni alıp bir sınıfa götürdü. Altıncı sınıfların C şubesi idi. Beni tanıştırdı, başarılar dileyerek çıkıp gitti. Ben oldukça heyecanlıydım. Sınıfın mevcudu 45 civarındaydı ve bu İstanbul’daki birçok okulun sınıflarına göre kalabalık sayılmazdı. Çocuklarla kısa bir tanışmadan sonra derse geçtik. Ben anlattım, onlar ise pürdikkat dinledi. Dersten çıktığımda çocuklara anlattığım her şeyi öğrettiğim kanaatindeydim. Çünkü yeni ve taze bilgilere sahiptim, gençtim, heyecanlıydım, istekliydim vs. vs… Ancak ikinci derste anlattıklarımla ilgili bazı sorular sorunca bendeki hayal kırıklığını tahmin edemezsiniz. Zira anlattığım hemen her şey sanki buz üstüne yazılmış gibi eriyip gitmiş, çocuklarda geriye bir şey kalmamıştı. İşte o gün, bize okullarımızda anlatılanlarla hayattaki uygulamaların ne kadar farklı olduğunu anlamıştım. Bir şeyi daha anlamıştım, o da öğretmek ve öğretmen olmak çok farklı bir şey.
Geçen gün dosyalarımı karıştırırken bu okuldaki öğrencilerimin listeleri elime geçti. Listede onlarca isim vardı. Bu isimlerin bazıları yüzleriyle gözümün önüne gelirken bazılarının sadece ismini hatırladım, birkaçını da hiç çıkaramadım. Galiba geçen zaman bazı şeyleri siliyor, götürüyordu. Şimdi hepsi büyümüş hanımefendi ve beyefendi olan bu çocuklardan bir tanesinin ismine takılıp kaldım ve yanaklarımı ıslatanın gözyaşlarım olduğunu anladım. Girdiğim sınıflardan C şubesinde bir öğrencim vardı. Sınıf başkanlığını da o yapıyordu. Ufacık boyu, yuvarlak yüzü, pırıl pırıl gözleri; sakin ve ölçülü konuşmaları ve hanımefendi tavırlarıyla hemen dikkati çekiyordu. Âdeta sınıfın da maskotuydu. Derslerine her zaman çalışarak gelir, izin almadan konuşmazdı. Biraz şişmanca idi. Kalbinde bir rahatsızlığı varmış. Okullar bitti, karneleri verdik ve çocuklar tatile gitti. Tatil dönüşü bir üst sınıfa geçenler geldi ve biz Burcu’nun kalbinin yazın daha fazla dayanamadığını ve o yaz vefat ettiğini öğrendik (1996).
Listedeki bir diğer isim de Kaya idi. Kaya da o okuldaki öğrencilerimdendi. Oldukça hareketli, cana yakın, esprili ve sevimli bir çocuk… Her şeye atılır, her işi yapmak isterdi. Bütün yaramazlıklarına rağmen ona kızamaz, ara sıra şakadan kulağından tutardım. Yine işi espriye vurur, “kafamdan çekin belki boyum uzar” der ve beni kahkahalara boğardı. Kaya sekizinci sınıf öğrencisiydi. Ben onların Türkçe derslerine giriyordum. Birinci dönem bitmişti sanırım. İkinci dönem başında Kaya’nın hastalandığını ve hastaneye yatırıldığını öğrendik. Kaya lösemi idi. Çapa Tıp Fakültesinde haftada iki defa ziyaretine gidiyor, bir iki dakika görüşüyorduk. Gördüğü tedavi ağırdı ve bedenini yıpratıyordu. Ancak Kaya hem bedenen hem de ruhen dayanıyor, bize umut veriyordu. Hatta bir ara okula bile devam etmeye başlamıştı. Ancak bedeni dayanamadı ve tekrar hastaneye yattı. Tedavisi bu defa daha da ağırlaşmıştı. Aldığı ilaçlar onu günden güne eritmeye başlamıştı. O ise okulunu bitirmek istiyor ancak okula gelemiyordu. Arada sırada biraz iyileşir gibi oluyor, okula geliyor, arkadaşları da öğretmenleri de sevinçten bayram ediyoruz. Okula gelebilmiş olmaktan kendisi de son derece memnun, son derece sevinçli fakat uygulanan tedavi çok ağır ve Kaya’nın bedeni dayanamıyor. Tekrar hastaneye yatıyor ve biz umutlar içinde beklerken maalesef Kaya’nın vefat haberi geliyor (1998).
Okulların açılacağı şu günlerde öğrencilerime kavuşma hayali ve sevincini yaşarken, her biri yeni umutlar taşıyan, gelecek vaadeden taze fidanlar olan çocuklarımıza uzun ömürler diliyor, Allah’tan onların acılarını bize göstermemesini niyaz ediyorum.