Ben eylülde denize bakınca utanırım. Kan kızılı suretler gelir gözlerimin önüne... Canhıraş feryatlar, tırpanlanmış düşlerin üzerinde fink atan taş yürekli adamlar. Deniz bir tuval olur çoğu kez. Bir yanı yangın yeridir, bir yanında gözleri yuvalarından fırlamış melul mahzun analar. Analar, o dönen fırıldaklardan, çevrilen dolaplardan habersiz sadece ve sadece acı biriktirirler.
Zaman içinde 'an'lar ve anlar içinde anılar... Eylül gelip dayandı kapıya. Hani o hüznü, hazanı kuşanmış, soluk renkleri taşıyan mevsim... Hani göçmen kuşları, uzak yolları, gidişleri, ayrılışları resmeden vakit değirmeni, boz bulanık günler... Hasadını toplayan, bohçasını bağlayan, dengini tutan dizilir bu mevsimin kenarına. Gri bulutlar, ortalığı toz dumana katan cevval bir rüzgar, nemli bakışlar. Eylül işte, yazdan sonra, kıştan önce bir ufak dinginlik anı. Öne bakmakla, geriye dönmek arasında yalpalayıp durduğumuz, kendimizi hesaba vurduğumuz ay...
Şimdi bir sahil kasabasında yüzü denize dönük, omzuna pişmanlıkları yüklemiş binlerce 'yalnız' insanın arasındayım... Kimi bakışlarını denize dikmiş, kimi göğe. Elleri cebinde bazılarının, bazıları yürek atışlarına kulak kabartmış: Kaç kez daha soluyacağım, kaç bulut daha geçip gidecek üzerimden?
Ben eylülde denize bakınca utanırım. Kan kızılı suretler gelir gözlerimin önüne... Canhıraş feryatlar, tırpanlanmış düşlerin üzerinde fink atan taş yürekli adamlar. Deniz bir tuval olur çoğu kez. Bir yanı yangın yeridir, bir yanında gözleri yuvalarından fırlamış melul mahzun analar. Analar, o dönen fırıldaklardan, çevrilen dolaplardan habersiz sadece ve sadece acı biriktirirler. Bırakın bir şezlongun ucuna el dokundurmayı, yeryüzünde şezlongun olduğundan bile haberleri yoktur çoğu kez...
Ve oğullar... İhtiraslarını, analarının yemenisine damlayan gözyaşında göverten haylaz, doymaz yaratıklar.
Eylül... Kimin yüzüne baksam 'ne oluyor' sorusu yalar geçer gözlerimi. Artık yıldıklarını, yıkıldıklarını itiraf edemeyen, yanlışlarına çetele tutamayanların bozgun vaktidir Eylül. Çatkapı, çıkıverir karşımıza. Daha 'ne oldu?' demeye vakit bulamadan, sararmış yapraklar, çatırdayan dallar üzerinde görürüz şahdamarımızdan sızan kanı. Sıvaları çatlamış odanın duvarında, yağlı urgana gülümseyen çatıkkaşlı, karayağız suretlerle karşı karşıya geliriz. Hesabını kesmiş, valizini toplamış bir sükûneti vaaz ederler sanki. İlmek ilmek dokunmuş heybenin yanına ne de yakışır o idamlık fotoğraflar...
...Ve eylül. Bir telaş içinde koşuşturan artık ne reçel kaynatan analardır, ne fiğ savurmaktan yorgun düşmüş ihtiyar rençberler. Networklar üzerinden yürür bu çağın hüznü de sevinci de. Bir 'bağlantınız' kesilir, bir spamlar süzülür elektronik posta kutunuza. LCD ekranın üzerinde sanal güzellikler, komplolar, haşarılıklar ve daha neler neler... Nar şerbeti ezen bir kadın, harddisc'te yer bulamaz. Bulamaz çünkü bir yürek taşır. Eylül, yüreksizleri ürkütür. Sahte gözyaşları, naylon yakarışlar, adı konmamış haykırışlar taşır onların odalarına...
Evet, Eylül çaldı kapımızı. Küresel ısınma, siyasal kargaşa, ekonomik telâşe arasında bir kez daha 'biz bize' varolduğumuzu gösteren soylu mevsim. Dünden aşırdığımız turşu kokuları, kış hazırlıkları, okul heyecanı, emeklilik düşleri ile bir eylülü daha yanıbaşımızda bulduk.
Utangaç, mahcup, mütereddit adımları ile geldi, yanıbaşımıza sokuldu. Göçmen kuşlar tekmil havalandı. Daha sıcak, daha renkli, daha umutlu yerlere kanat çırptı...
Ve ben, yüzü denize dönük binlerce 'yalnız' insanın arasında kalakaldım...
Eylül çaldı kapımızı... Sonra var mı?