Açık konuşalım; küreselleşme adı altında tek bir devletin, daha doğrusu finans kapitalin “küresel egemenliğini” dayatmaya çalışanların yanında onursuzca yer alanlar, artık edepleriyle ortadan çekilseler yalnız ülke için değil kendileri için de hayırlı bir iş yapmış olurlar. Bunlar insanı yalnızca güdülebilecek herhangi bir yaratık olarak düşünmeyip bu şerefli varlığın sosyal bir yapısı olduğunu kabul edenleri “çağdaş” olarak görmek istememişlerdir.
Gün ışıyıp da düşlerimiz uçup gidince “hayal kırıklığı” denilen bir burukluğu yaşamaya başlarız. Üzüldüğümüzü itiraf etmesek bile şaşkınlığımızı saklayamayız. Bazen insan, gerçeklerin getirdiği sıkıntıyı yaşamaktansa gaflete teslim olmayı tercih eder. Kendini aldatmaya devam eder.
Hakikatler bazen çok şaşırtıcıdır. İnsanoğlu aya ayak bastığı zaman o mehtaplı gecelerin romantizminden bir eser kalmadığını hayretle görmüştür. Kupkuru kayaların soğukluğunu içinde duymuştur. İnsanın “ayağı suya erdiği zaman” aklı başına gelir; daha mantıklı düşünmek zorunda olduğunu anlar.
Yeni dünya düzeni diye sunulan ve yeni olduğu (!) için çağdaş olması gerektiği sanılan “düzenbazlığı” hiçbir siyasî ve sosyal araştırmaya yanaşmadan –kayıtsız şartsız- kabul edip savunanların ve kendilerini bu konuda izan ve insafa davet edenleri hafife alanların gafleti ise çok pahalıya mal olmaktadır. Yalnız bizi değil “eli mahkûm” birçok ülkeyi içinden çıkılmaz bir keşmekeşe sürükleyen bu istilâ projeleri yeni emperyalistler tarafından hazırlanıp her bünyeye göre dozajı ayarlanarak sunulmaktadır.
Açık konuşalım; küreselleşme adı altında tek bir devletin, daha doğrusu finans kapitalin “küresel egemenliğini” dayatmaya çalışanların yanında onursuzca yer alanlar, artık edepleriyle ortadan çekilseler yalnız ülke için değil kendileri için de hayırlı bir iş yapmış olurlar. Bunlar insanı yalnızca güdülebilecek herhangi bir yaratık olarak düşünmeyip bu şerefli varlığın sosyal bir yapısı olduğunu kabul edenleri “çağdaş” olarak görmek istememişlerdir. Sanki kendileriyle çağdaş olmanın özenilecek bir yanı varmış gibi… Dikkat edildiğinde yapay bir çağdaşlık kompleksiyle hareket edenlerin, bütün eksiklerini bu kavramın arkasına gizlemeye çalışan kişiler olarak çağın dışında ve gerisinde kaldıkları görülür. Onların her davranışında ve kendilerini farklı göstermek için kullandıkları kavramlarda bir kaçışın, dolayısıyla bir çöküşün itirafı gizlidir.
Yanlış yapmak insanoğluna has bir kusurdur. Hani bazen kendimizi de savunmak için “hatasız kul olmaz” deriz ya… Ama körü körüne ve karşısındakini küçümseyen bir üslup ile yanlışı savunmak, hatada ısrar etmek en hafif deyimle safdillik olur.
Ne AB, ne ABD yalnızca bağımsız Türkiye diyerek yola çıkanları kenara çekip, hiçbir zaman anlayamadıkları ve onun için de hiçbir şekilde anlatamadıkları konuları ileri çıkaranların şimdiki hüsranına üzülecek değiliz. Ancak milletin elindeki tek imkân olan oy sandığını –onlara ders vermek için- böyle kullanmış olmasının, yalnız bu dumura uğramış beyinlere değil aynı zamanda hepimize, bütün ülkeye zarar verebileceği ihtimalini gözden uzak tutmuyoruz.
Seçmenin verdiği mesaj bazılarımızı rahatsız etse bile bunu görmezlikten gelmek gaflet olur. Bu seçmen Cumhurbaşkanının, TSK’nın ve işin daha da kötüsü bazı hukuk kurumlarının tarafsız olmadıklarına, demokratik davranmadıklarına inandırılmış görünüyor. Bu ne derece doğrudur? Halk saflığından mı buna inanmıştır? Yoksa gerçekten kendilerinin yok farzedildiği kanaatine ulaşarak gönül mü koymuştur? Göreceğiz; bu konu daha uzun süre tartışılacaktır.
Halkın mevcudun içinde, kendisine daha iyi görüneni seçtiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Niçin böyle olmuştur? İktidarın yanlışlarını, kusurlarını, seçmen zaten biliyordu. Bunların sürekli olarak tekrar edilip durmasını, muhalefetin başka söyleyeceği bir şey olmadığı şeklinde değerlendirmiş, hele alaylı bir ifade ile bu konuları dile getirenleri bıkkınlıkla, bezginlikle izlemiştir. Demek ki halk umut verecek, umut olacak bir siyasî parti göremedi, bulamadı. Onun için mevcut iktidarı muhalefettekilere tercih etti. Üstelik iktidarı mağdur olarak görüyordu. Kendisi vaktiyle onlara oy vermemiş bile olsa milletin meclisine dolaylı olarak baskı yapılmasını hoş görmedi. Kendisine yapılmış bir baskı olarak değerlendirdi. Gerçekten demokrasiye bir müdahale olan muhtıraları tasvip etmedi, uygun bulmadı. Hele bir yüksek mahkemenin etki altına alınmak istenmesini –haklı olarak- içine sindiremedi.
Cumhuriyet mitingleri adıyla toplantı düzenleyenler ve oralarda öne çıkarılan sözcüler konuşmalarındaki ön yargıların ve tehdit havasının toplumu incitebileceğini hiç düşünemediler. Kesinlikle biliyoruz ki bu söylediklerimize cevap olarak ileri sürecekleri savlar, yine bir kısır döngüden kurtulamadıklarını ve gerçeklerden hâlâ kaçmakta olduklarını gösterecektir. Hâlbuki aydın denilen kişi toplumun nelere karşı duyarlı olduğunu, hangi sözlerin onların gönlünü yaralayacağını bilmek zorundadır. Yoksa hep hüsrana uğrar.
Sayın Devlet Bahçeli seçimden sonra yaptığı açıklamada şöyle demektedir: “İktidar partisinin kamuoyunda itibar kaybettiği son aylar içinde, Meclis iradesine yönelik dışarıdan yapılan dayatma ve zorlamaların toplumda kabul görmediği ve iktidar partisine hak etmediği bir desteği sağladığı anlaşılmaktadır.”
Tamamen katılabileceğimiz bir görüş, biraz geç de olsa böylece aydınlığa çıkmaktadır. İşte hep bunu anlatmaya çalıştık.
Bakın şimdi ana muhalefet partisi başını elleri arasına almış, derin derin düşünmekte. “Yanlışımız nerede” diye… Genel Başkanlarına, Emekliler Sendikası tarafından “Başkanlıktan da, milletvekilliğinden de istifa et, gel bizim başkanımız ol” diye çağrı yapılıyor.
AKP “Doğru yolda olduğum için seçim kazandım” diye övünebilir. Hâlbuki onlar her şeyi doğru yaptığı için değil, başkaları yanlış yaptığı için kazanmışlardır. Keşke her şeyi iyi yapıp da kazansalardı; biz de tebrik etseydik. Türk milletinin ve bu topraklarda asırlarca hüküm sürmüş Türk devletlerinin birikimini kendi deyimleriyle “babalarının malı gibi satmalarını” hiçbir zaman uygun bulmadık ve bulmayacağız. Söylemelerine gerek yok; biz bu tablonun IMF aktörleri tarafından daha önceki hükümet zamanında sahneye konduğunu biliyoruz. Ama aynı oyunun son perdesini oynamak bunlara düştü.
Yanlış politikaları burada, şimdi tekrar saymaya gerek yok. Bunlardan gerçekten farklı görünen ve ülkeyi selamete çıkaracak olan bir program muhalefet tarafından ortaya konulamamıştır. Yapılacak denilen şeylerin her partinin seçim bildirgesinde aynen bulunduğunu bilmeyen yok.
Bütün bunlara rağmen bazı siyasî partiler yine de büyük bir fırsat kaçırmışlardır. Evet, vitrin süslemek müşteri çekmek için önemlidir. Ancak ürünün kalitesi çok daha önemlidir. Son zamanlarda –tabir caizse- ithal malı adayların liste başı yapılması moda haline gelmişti. Yine, çağdaşlığı böyle modalara uymak zannedenler bu konularda yarışa çıkmışlardır. Bunun nasıl bir ruh hali olduğunu söylemeye gerek yoktur. Laikçiliği ve dinciliği kullanarak belli bir seçmen kitlesini kemikleştirmiş olan partiler bu argümanı rahatça kullanabilirler. Onların seçmenleri zaten karşıdaki parti kazanmasın diye oy verirler. Böyle şartlandırılmışlardır. Ama belli bir istikameti olan yurttaşların desteklediği partilerin böyle şeylere iltifat etmeyeceğini umardık; yanılmışız. Fikir ve düşünce hareketi içinde yetişmiş, toplumda yer tutmuş, üstelik ülkücü diploması da bulunan yetenekli adayların ön sıralara yerleştirilmesi ihmal edilmiştir. Hâlbuki aksi yapılabilseydi bunlar sürükleyici olur; çekip götürürlerdi. Çok kimse onlar için yollara dökülür, köylere koşarlardı. Klasik particiliği benimseyenlerden farklı bir durum olmayınca heyecan da kalmaz. Bu açıdan bakılınca yine de bir fırsat kaçırılmıştır denilebilir. Ancak biz bu kayıpların, yeni mecliste yeni bir anlayışın temkinli bir tutumla ortaya konulmasıyla giderilebileceğini düşünüyoruz.