Televizyonun insanları aldatmadığı, madrabazların pişmiş aşa su katmadığı, beleşi görünce amuda kalkmadığı, kolanın ayrana fark atmadığı, Kırk Haramilerin memleketi bu kadar kuşatmadığı, üçkâğıtçıların ortalıkta cirit atmadığı, hortumcuların bankaların içini boşaltmadığı... masal dünyasının okyanuslarında kulaç attığımız yılların bitmez kış gecelerinde masalcının dizi dibine ağzına girecek gibi sıralandığımızda başlardı anlatmaya:
Televizyonun insanları aldatmadığı, madrabazların pişmiş aşa su katmadığı, beleşi görünce amuda kalkmadığı, kolanın ayrana fark atmadığı, Kırk Haramilerin memleketi bu kadar kuşatmadığı, üçkâğıtçıların ortalıkta cirit atmadığı, hortumcuların bankaların içini boşaltmadığı, herkesin birbirinin ardından atmadığı, lafı dolandırıp sözü uzatmadığı, önüne gelenin hazine arazilerini kapatmadığı, dümencilerin vatanı satmadığı, satsalar da biz çocukların fark etmediği, masal dünyasının okyanuslarında kulaç attığımız yılların bitmez kış gecelerinde masalcının dizi dibine ağzına girecek gibi sıralandığımızda başlardı anlatmaya:
“Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir Keloğlan’la bir Dev karısı varmış. Dev karısı her gün bir insan yermiş. İnsan etinden başkasını da yemezmiş.
Bir gün Dev karısı oduna gitmiş. Dağdan getirdiği odunla ademoğlunu pişirdiği fırını yakacakmış. Odunları sırtlayıp evine dönerken yol üstündeki armut ağacının en uç dalında Keloğlanı görmüş. Keloğlan bir yandan armut dişliyor, bir yandan da türkü çağırıyormuş. Keleş’i görünce Dev karısının canı ademoğlu eti istemiş. Ağacın altına gelip:
-Keloğlan, bir armut atıver, demiş.
Keloğlan Dev karısına armut atıvermiş. Niyeti başka olan Dev karısı;
-Keloğlan, armut bokuma düştü. Bir daha atıver, demiş.
Keloğlan daldan koparıp bir armut daha atıvermiş. Dev karısı:
-Keloğlan, bu da sidiğime düştü. Sen en iyisi eğil de elime ver, demiş.
Keloğlan kopardığı armudu, aşağı doğru sarkarak Dev karısına verirken şapıdan kolundan kaptığı gibi Keloğlanı dağarcığına sokması bir olmuş.”
İşin burasında Dev karısının dağarcığına giren, birazdan kara fırını boylayacak bizmişçesine korkar, ürperir, birbirimize sokulurduk. Masalcı biraz soluklanıp, kiren ekşisi tasını dibi görününceye kadar kafaya diktikten sonra kaldığı yerden başlardı:
“Dev karısı Keloğlan sırtında evine doğru yol alırken abdest bozası gelmiş. Dağarcığı sırtından indirip az öteye uçkur çözüp çömelmiş. Keloğlan fırsatı kaçırmamış. Sessizce dağarcıktan çıkmış, belli olmasın diye de içini taşla, toprakla doldurup sıvışmış. Dev karısı dağarcığı yüklenip yola düzülmüş. Birazdan yiyeceği insan etinin neşesiyle Keloğlan’a seslenmiş:
-Keloğlan! Pek de ağırmışsın, etlerin de çıkı gibidir senin. Tadından yenmez vallahi!
Torbadan ses gelmemiş. Dev karısı yine seslenmiş:
-Keleş oğlan, ses etmiyorsun ama birazdan ben sana fırında türkü çağırtmasını bilirim.
Eve yanaşınca Dev, kızına bağırmış:
-Keloğlan’ı getiriyorum. Fırını çabucak yak!
Dev, kan ter içinde dağarcığı sırtından indirip doğru fırının önüne boşaltmış. Bir de ne görsün? Taş toprak olduğu gibi fırının ağzını doldurmuş! Dev Keloğlan’ın fendine daha bir kinlenmiş:
-Şu keli fırına dolduramazsam bana da Dev karısı demesinler, diye emesen etmiş.
Ertesi gün odundan gelirken yine armut ağacına yönelmiş. Bakmış ki Keloğlan bir yandan armut yiyor, bir yandan da yine türkü çığırıyor.
-La Keloğlan, bir armut atıver, demiş. Keloğlan dalından koparıp deve doğru armudu fırlatmış. Dev Karısı;
- Ah keleş oğlan! Armut yine bokuma düştü. Bir daha atıver, demiş. Keloğlan ikinci armudu atınca;
- Bu da sidiğime düştü. Yapacaksan bir hayır eğil de elime veriver, demiş.”
Bu kez Keloğlanın hınzır deve kanıp aşağıya inmemesini, tam tersine çimçim dallara çıkmasını isterdik ama ne fayda! Keloğlan bir saflık daha yapar, eğilip armudu Dev’e uzatırken dağarcığını boylardı. Biz Kelin kaderine yanarken masalcı kavrulmuş çekirdekleri çitleyerek, mısırları kütürdeterek devam ederdi:
“Dev karısı Keloğlan sırtında eve doğru seğirtirken olacak ya, işeyesi gelmiş. Hemen dağarcığı indirip az öteye çömelmiş. Keloğlan o saat dağarcıktan çıkıvermiş. Bu kez dev işeyesiye, alap şalap çalıları, dikenleri dağarcığa doldurup savuşup gitmiş. Dev dağarcığı yüklenip eve doğru yönelmiş. Çalıların uçları, dikenler sırtına batmaya başladığında;
- La Keloğlan tırnakların da amma uzamış. Sırtım da kaşınıyordu. İyi geldi, demiş.
Dev karısı ev görününce uzaktan bağırmış kızına:
-Kız! Bu kez essahtan Keli dağarcığa tıktım. Hemen fırını harla, demiş.
Gelir gelmez de fırının önüne boca etmiş dağarcığı. Aman Allah! Bakmış ki çalı çırpı yığılıvermiş fırının önüne! Devin cinleri tepesine çıkmış. Hırsından yerleri tırmalamış, bir tepmeyle çalı çırpıyı etrafa dağıtmış, fırını söndürmüş.”
Keloğlanın düzeni, devin köpürmesi hepimizi güldürür, devin ahmaklığı, bir an için korkunçluğunu unuttururdu bizlere. İşin sonrasının merakıyla masalcının çevresini biraz daha yakından sarardık:
“Derken efendime söyleyeyim, Dev karısı ertesi gün dağdan gelirken Keloğlan’ı yine aynı ağacın çimçim dallarında türkü çağırıp, yediği armutların eşeleklerini yere atarken görmüş. Keleşten armut istemiş:
-Keloğlan, dilim damağım kurudu, iyicene kurumsadım. Ölmüşlerinin canı için bana bir armut atıver, demiş.
Keloğlan, armutları atmasına atmış ya, Keleş’i yemeyi kafasına koyan dev, düzenden yine falanıma düştü, filanıma düştü bahanesiyle elden istemiş armudu. Bizim Keleş elden vereyim derken de elini kolunu kaptırmış yine deve, boylamış mı dağarcığı!
Dev dağarcığı büzgüleyip sırtına attığı gibi dev adımlarla koşmaya başlamış eve doğru. Bir yandan da;
-Sakın umutlanma Keleş oğlan, şart olsun, işesem de, sıçsam da seni fırına tıkmadıktan sonra kuşak çözmek bana haram olsun, demiş.
Gerçekten de dev küçük abdestiyle, büyük abdestiyle doldurmuş donunu ama, hiç durmamış yolda, ev uzaktan görününce de seslenmiş kızına;
-Keleş torbamda, hemen fırını yakıver güzelce!
Fırına kadar durmaksızın koşan dev dağarcığı çözmüş, iyice yanan fırının külünü, kömürünü iki yana aralamış, dadulu ( fırın küreği ) kızının eline tutuşturmuş;
-Keloğlan’ı oturt küreğe, fırına atıp, kapağını da kapatıver bir güzel. Keleş pişinceye kadar ben de pınarda donumu yıkayıp geleyim, demiş.
Fırının alazı, sıcağı, yüzümüzü yalar gibi olur, küreğe konulup fırına sürülecek bizmişiz gibi ürperir, masalcıdan biraz uzaklaşır, halkayı genişletirdik. Her seferinde Devin fendine bir kolay bulan Keloğlan’ın bu kez bir kurtuluş yolunun da olmadığına yanardık. Birazdan fırında pişip püryan olacak Keleş’in yiyecek ekmeğinin, içecek suyunun buraya kadar olduğunu düşünürken, uzannamacı tasın dibindeki kızılcık ekşisini son damlasına kadar gövdeye indirdikten sonra ağzını elinin tersiyle silerek devam ederdi:
“Dev karısı donunu yıkayadursun, Dev kızı Keloğlan’ı küreğe oturtup fırına sürecekken, Keleş yalandan bir tarafa devriliverip, dadulun üstünden cingilivermiş. Dev kızı yeniden oturtup tam fırına atacakken Kel bu kez de öte yana cingilivermiş. Kan ter içinde kalan Dev kızı, ne kadar uğraşsa da Keleş bir yana devrilip kürekten düşü düşüveriyormuş.
-Doğru dursana inatçı kel, diye bağırıp sırtını yumruklayan kıza dönerek;
-Doğrusunu göster de, ben ona göre oturuvereyim Dev kızı, demiş Keloğlan. Küreğin ortasına “İşte böyle oturacaksın!” diyerek, terazili biçimde kuruluvermiş dev kızı.
Keloğlan küreği kaptığı gibi kızı bir çırpıda fırının ortasına atıp, ağzını kapatıp, hemen tavan arasına çıkıp saklanmış. Bu arada üst başını, donunu yıkayıp paklayan dev karısı ağzını şapırdatarak evin yolunu tutmuş. Fırından püryanı çıkarıp tepsiye alıp sofraya kurulmuş. Şapur şupur yemeye başlamış. Bir yandan da;
-Keleş’in eti de pek lezzetliymiş, diye söyleniyormuş.
Keloğlan tavandaki budak deliğinden devin yemek yemesini seyrediyormuş. Bir yandan da gıldırdayıp, tozu toprağı evin içine, sofraya dökmeye başlamış. Dev karısı tavan arasındaki farelerden bilmiş işi:
-Sıçan! Sıçan! Kafamı kızdırma, Keloğlan’ı yedim seni de yerim, diye seslenmiş.
Keloğlan deve dirlik, dışlık vermemiş bir türlü. Dev de Keloğlanı yediği gibi yukarıyı dervezeye vuran sıçanı da yiyeceğini bağırıyormuş tavana doğru. Dev karısı bir yandan Dev kzın etlerini atıştırır, bir yandan sıçana ilenirken, birden dev kızın, gök renkli saç boncuğu ağzına gelivermiş. O zaman işi anlayan dev höykürmeye, çırpınmaya başlamış. Keloğlan yukarıda sıçan gibi gıldırdadıkça Dev karısı;
-Sıçan, bende kız acısı var, sende kimin acısı var? Diye bağırmış.
Çardağa çıkıp tavana bakınca yukarıda Keloğlan’ı görmüş :
-Keloğlan, tavana nasıl çıktın, diye sormuş.
-Caba caba* üstüne koydum da çıkıverdim.
Dev karısı evde ne kadar çanak, çömlek, caba varsa üst üste koymuş. Tavana çıkmak için üstüne basınca topraktan yapılma cabalar iç içe geçivermiş. Dev de sırt üstü yere serilmiş.
-Keloğlan, Essahtan nasıl çıktın tavana? Bana doğrusunu söyle!
-Elek elek üstüne koydum da parttan çıkıverdim, demiş Keloğlan.
Dev karısı evde ne kadar elek varsa, ince elek, sık elek dememiş, hepsini üst üste koyup yekinmiş. Lakin eleklere basar basmaz at kılından yapılma elekler iç içe geçivermiş, kasnakları da dağılmış. Dev de kıç üstü otura kalmış çardağın ortasına. Cini iyice tepesine çıkan dev karısı kızdığını pek belli etmeden yine alttan almış:
-Keloğlan, hele söyle, nasıl çıktın tavana?
Devin tavana çıkmasıyla önce fırını, ardından da devin midesini boylayacağını pek iyi bilen Keleş bu kez de şöyle demiş ;
-Yumurta yumurta üstüne koyunca, bir çırpıda tavana çıkıverdim.
Dev’in, Kel’in bu yalanlarına, bu düzenlerine kanmasına pek gülerdik. Uzannamacı da sözün burasında devin cabaların üstüne, eleklerin üstüne basınca yerlere yayılmasını pek güzel anlatır, tarif de ederdi. Bizler de birbirimizi dirsekleyerek, uzannamacıya iyice yanaşarak kıkırdardık. Yumurtaları üst üste koymaya çalışan, birini koyup, diğerine uzandığında öncekinin düşüp, kırılıp çardağın yumurta sarısından, yumurta akından geçilmez hale gelmesini gözümüzün önüne getirir, katılırdık gülmekten. Yumurtanın sarısına, akına iyice belenen Dev sorardı yine;
-Doğru söyle Keloğlan, nasıl çıktın tavana?
-Saban demirini kızdırdım, kızdırdım, kıpkızıl kor haline gelince götüme sokunca cirpiden çıkıverdim tavana!
Dev avludaki sabandan demirini çıkarmış. Fırında iyice kızdırmış. Demir dövme tavına gelince tavana çıkarım diye götüne sokunca soluğu çıkmış, dilini ısırmış, ölekalmış. Keloğlan da devin evine, köyüne varlığına sahip olmuş, gömgök zengin olmuş.
Kötülerin, bir dudağı gökte, bir dudağı yerde dev de olsa cezasız kalmadığı, Keloğlan’ın, düzencilerin düzenini bozan düzenlerinin bin bir çeşidinin görüldüğü masal okyanuslarına dalmak istersiniz bazen. O zaman babanızın, ananızın, Hacı Emin Ağa’nın, Fatma Abla’nın masallarına dönün. Beyninizin, belleğinizin kıvrımlarını yoklayın bir iyice. Evinizin tavanına, ocağınıza, göğe direk dumanların çıktığı isli bacanıza, sergenlere sinen yıllar öncesinin büyülü fısıltılarını dinleyin. Çocukluğunuzun o doyulmaz iklimlerinden Musa’lar, Köse’ler, Kısa’lar, Şahmaran’lar, Kamertay’lar sökün edecektir birer birer. Gönül coğrafyanızın okyanuslarında dönülmez seferlere çıkmış masallarınızı Kaf dağının ardından çağırın birer birer. Konuk edin gönül hanenizde başköşeye. İç âleminize doğru bitimsiz yolculuklarınızda sessiz yoldaşlarınız olsun masallarımız. Çocuk saflığınızı geri getirsinler size. Kaybettiğiniz sevdiklerinizle birlikte geri dönsünler zamanlı, zamansız. Kimliğimiz, kişiliğimiz, ulusal kimyamız, iç dünyamız masallarımızın Keloğlanlarını sakın küstürmeyin. Vefasızlığınıza darılıp, tavan arasına, Kaf dağının ardına, bulunmaz diyarlara, yerin yedi kat altına, göğün yedi kat üstüne gitmiş de olsalar siz isteyin yeter ki. Bilin ki, iki eli kanda olsa, derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi yetecek, yetişecek, çocukluğunuzun altın yıllarıyla birlikte döneceklerdir size. Hem de en ufak bir küskünlük, en ufak bir dargınlık, kırgınlık göstermeden, azıcık bir sitemde bulunmadan…
Kimi zaman tavan arasından bir gıldırtı duyarsanız, sıçan sanmayın sakın. Keloğlandır bilesiniz. Oyuna çağırır sizi. Tavan arasından el verir, çekiverir yukarı. Keleşle bir oyun kurun tavan arasında. Sabahlara kadar sürecek, aldananı aldatanı olmayan, kötülerin seyirciliğe bile kabul edilmediği, sabahlara kadar sürecek oyun okyanuslarına doğru yelken açıp, başlayıverin tan atana, horoz sesi duyuluncaya kadar sürecek bitimsiz, doyumsuz oyunlara…