Türkmen Kapısı’ndan geçtikten sonra dar ara sokaklardan ilerleyerek Dehlevi Hazretlerinin külliyesine geliyor ve ziyaretimizi yapıyoruz. Bu bölgede Müslümanlar oturuyor ve belediye hizmetlerinin oldukça yetersiz olduğunu görüyoruz. Bir haftalık Hindistan gezimizde tek Türkmen isminin geçtiği yer de burası idi. İngilizler binlerce yıl Türk hakimiyetinin olduğu Hindistan’da Türk ismini bir tane bile kalmayacak şekilde yok etmişler.
Şimdi durağımız Kutup Minare. 1192’de Delhi Türk Sultanlığı’nı kuran Türk köle komutan Kutbettin Aybek’in 1199’da yapımına başladığı bu minareyi, ölümünden sonra damadı İltutmuş devam ettirmiş ve daha sonraki Türk yöneticiler tarafından tamamlanmıştır. Kutup Minare 80 metre yükseklikte ve oldukça kalın bir bedenle göğe öylesine tırmanıyor ve üzerinde öylesine anlatılmaz bir taş işçiliği var ki hayret etmemek mümkün değil. Allah’ın tüm sıfatları Kufi yazısıyla bu minarenin üzerine öyle hatasız bir ustalıkla işlenmiş ki insan aklının alması mümkün değildir.
Kutup Minare ve camisi Hindistan tarihindeki ilk camidir. Daha önce burada bulunan bir Hindu tapınağının taşları kullanılarak yapılmıştır. Cami kalıntılarının önünde Hindu tapınağının kalıntıları da halen bulunmaktadır. Kutup Minare’nin tam karşısında bir benzerinin temelleri atılmış ancak devam edilememiştir. Kutup Minare ve cami külliyesinin arka giriş kapısı da mimari olarak çok etkileyici bir tarzda yapılmıştır. Özellikle girişin etrafındaki ayet-i kerimeler kısmen dökülmüş ve tahrip olmuş bir şekildedir ve bugün tamire ihtiyacı vardır.
Cengiz Çandar “Benim Şehirlerim” isimli kitabında Kutup Minare’den şöyle bahsediyor: “Kutb Minar’ı gören ateist; ya dindar olur ya da insanoğlunun imanı, gücü, emeği, sebatı, becerisi, ustalığı, dehası ve akla gelebilecek ne kadar olumlu sıfat olabilirse bunların tümü karşısında saygının ötesinde, huşu ile eğilmekten başka elinden bir şey gelmez” diyor. Çandar’a tamamen katılıyor ve bundan daha mükemmeli yapılamaz diye düşünüyorum.
Şimdi pilanımız Abdullah Dehlevi Hazretlerini ziyaret etmek. Dehlevi 1740’da Delhi’de dünyaya gelmiş ve soyu Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Dehlevi ilim ve tasavvufta meşhur bir ailedendir. Yirmi iki yaşında Can-ı Canan Mahzar Hazretlerine intisab ederek tasavvuf ilmine de başlamış ve bu eğitimi tam on beş yıl sürmüştür. Hindu inanç, düşünce ve anlayışının Müslümanları evlerine kadar kuşattığında, Dehlevi her taraftan gelen talebeler, mollalar ve salikler ile tek tek uğraşarak, medrese usulünü bütün kurum ve kuralları ile Hindistan’da ortaya koymuştur. Dünyanın birçok yerinden kendisine müritliğe gelenler olmuştur. Anadolu Nakşi inanışının ana halkası olan Mevlana Halid-i Bağdadi Dehlevi’nin öğrencisidir.
Türkmen Kapısı’ndan geçtikten sonra dar ara sokaklardan ilerleyerek Dehlevi Hazretlerinin külliyesine geliyor ve ziyaretimizi yapıyoruz. Bu bölgede Müslümanlar oturuyor ve belediye hizmetlerinin oldukça yetersiz olduğunu görüyoruz. Bir haftalık Hindistan gezimizde tek Türkmen isminin geçtiği yer de burası idi. İngilizler binlerce yıl Türk hakimiyetinin olduğu Hindistan’da Türk ismini bir tane bile kalmayacak şekilde yok etmişler. Hatta Babür Türklerini “Mughal” olarak değiştirerek Babür ismine dahi tahammül edememişlerdir. Ancak Türk eserleri her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmıştır.
Delhi’de son durağımız İslam büyüklerinden Muhammed Baki Billah Hazretlerinin türbesi oluyor. Billah 1563’de Kabil’de doğdu. İslam’ın yayılmasını süfli emellerine aykırı görerek, İslam’ı yıkmayı hedefleyen “Yeni Din” peşinde olan hainlere karşı cihadına Delhi’de devam etti ve 1606 yılında öldü. Türbeyi ziyaret ediyor ve akşam namazını oradaki camide eda ediyoruz. Namaz sonrası türbedeki törenlere katılıyor ve Kuran kursu öğrencileri ile sohbet ediyoruz.
Delhi’den sonra havayolu ile Varanasi’ye geçtik. Bu şehir ismini Vara ve Nasi nehirlerinin birleşiminden alıyor. Vara ve Nasi nehirleri birleşerek Ganj nehrini oluşturuyor. Müslümanlar için nasıl Mekke ve Medine kutsal ise, Hindular için de Varanasi kutsal. Şehrin kutsal olmasının en önemli nedeni Ganj nehrinin burada olmasıdır. Hindular Ganj nehrinin gökten Şiva Tanrı’sının saçlarından süzülerek indiğine ve kutsal olduğuna inanıyorlar. Ganj ana diye adlandırıyorlar. Ömürlerinde en az bir kez Ganj’a girip yıkanarak günahlarından arındıklarına inanıyorlar.
Ganj nehrinde sandalla gezerken ilerideki tepeye kurulmuş oldukça heybetli bir cami görüyorsunuz. Bu cami VI. Babür İmparatoru Evrengzib tarafından yaptırılmıştır. Cami kapalı olduğu için içini göremedik. Daha önce olan Hindu Müslüman çatışmasında fanatik Hindular tarafından tahrip edilmiş. Tamir çalışmaları olduğu söylendi. İnşallah bu cami de tamir edilerek ibadete açılır. Varanasi’de çok fazla Türk eseri yok.
Varanasi’de diğer bir uğrak yerimiz Banaras Üniversitesi kampüsü oluyor. Hinduların en ünlü Sree Vişna tapınağının bu üniversitenin içinde olduğunu öğreniyor ve ziyaret ediyoruz. Bizdeki YÖK üyelerinin ve üniversite rektörlerinin dikkatine sunuyorum bunu. Üniversite 1918 yılında çok geniş bir alana kurulmuş. Vişna tapınağındaki töreni izliyoruz. Tapınakta tanrı heykellerine tapanlar ve bu heykellerin önünde secdeye gidenleri gördükçe oldukça üzülüyor ve hayretler içinde kalıyoruz.
Buradan tabanında Hindistan’ın kabartma mermer haritasının olduğu bir Hindu tapınağı görmeye gidiyoruz. Tapınağın tabanındaki harita dağları, ovaları, geçitleri ve tüm ayrıntısı ile Hindistan’ı bize gösteriyor. Harita Genel Müdürlüğümüz ya da bir belediyemiz Türkiye coğrafyasını gösteren böyle bir eseri ülkemize kazandırırsa hayırlı bir hizmet olur.
Gezimizin son durağı Candigar. Buranın adını 9 kez reankarne olmuş Can isimli bir tanrıdan aldığına inanılıyor. Ülkenin kuzeyinde ve Himalayalara yakın, pilanlı bir şehir. Burası İngilizlerin yoğun olduğu bir bölgedir. Çünkü İngilizler tarafından 1945’de kurulmuştur. Candigar Pencap eyaletinin başkentidir. Emekli bürokratlar ve Pencap Üniversitesi burada olduğu için çok temiz ve bakımlıdır. Ahalisinin çoğu bölgenin son derece verimli topraklarında tarım ile uğraşıyor.
Candigar’dan 55 km uzaktaki Sirhind’e geçiyoruz. Nasıl Varanasi Hindular için kutsalsa, Sirhind’te hem Müslüman ve hem de Sihler için kutsal. Şehirde Türk kökenli hanedanların medeniyet izleri hala yerinde duruyor. Firuz Şah Tuğluk, şehri 1360’da bölgenin başkenti yapmış ve buraya büyük bir kale inşa ettirmiş. Daha sonra Arm Has bahçelerini ziyaret ediyoruz. Ekber Şah tarafından yaptırılan bu bahçeler Cihangir ve Şah Cihan döneminde büyütülmüş. İçinde saray, hamam, içinde çok geniş bir havuzu olan harem mevcuttur.
Sirhind’te Sihlerin en kutsal saydıkları Altın tapınağı ziyaret ediyoruz. Sihler Hindistan’ın oldukça bakımlı ve zengin bir gurubu. İslamiyet ve Hinduizm karışımı bir dine inanıyorlar. Dinlerinin kurucusu Gurunana Mekke’yi de ziyaret etmiş bir kişi. 10 tane guruları (peygamberleri) var. Altın tapınağa abdest alarak giriyorlar. Abdest alırken ellerini ve ayaklarını yıkıyorlar. Tapınakta devamlı vaaz ediliyor. Arada Türkçe kelimeler işitiyoruz. Bu da bize Hindistan edebiyatında çok Türkçe kelime olduğunu gösteriyor.
Sirhid’de gezimizin son durağı İmam Rabbani Külliyesi’ndeyiz. (Ahmed-i Faruk-i Sihrindi) İmam Rabbani Hazretleri 1563’de Sihrind’de doğup 1625’de yine burada vefat etmiştir. Külliye etrafında 100-150, tüm Sirhind’de ise 400-500 kadar Müslüman var. Külliyenin sorumlusu Rabbani’nin 10. göbekten torunu Şeyh Zübeyr ile sohbet ediyoruz. Rabbani Hazretlerinin kabrini ziyaret ediyor ve dualar okuyoruz. Türbesinde kendisinden önce ölen iki oğlu ile birlikte yatıyor. Girişinin solunda İmam Rabbani’nin oğlu Şeyh Muhammed Masum’un, sağda ise İmam Masum’un oğlu İmam Seyfettin’in kabirlerini ziyaret ediyoruz. Şeyh Zübeyir buranın Müslümanlarının kalbi olduğunu ve tüm Müslümanlardan yardım beklediklerini söylüyor. Özellikle Türkiye’den çok ziyaretçi geldiğini ve onların yardımları ile külliyenin tadilat çalışmalarının ilerlediğini anlattı.
Bir gezi yazımızın da sonuna geldik. Ancak dünyanın yüz ölçüm olarak yedinci, nüfus olarak ise ikinci büyük ülkesi olan Hindistan’ın tümünü bir hafta da gezmek ve anlatmak mümkün değildir. Biz özellikle Türk eserlerinin yoğun olduğu bölgeleri sizlere tanıtmak istedik. Zaman yokluğu nedeni ile çok arzulamamıza rağmen Ekber Şah’ın kurduğu Fatehpur Sirki kenti ve sarayını göremedik. İnşallah başka bir gezide kalan kısımlardaki Türk eserlerini sizlerle paylaşma fırsatı bulurum. Dünyanın en hoşgörülü, medeni ve köklü bir milleti olan Türk Milletinin Dünya Türk Birliğini kurması dilek ve temennileri ile okuyucularıma saygılar sunuyor ve başka bir yazıda buluşmak üzere Allaha emanet olun diyorum.