Bir savruluş çağında yaşıyoruz. Bu savruluş insanı ilgilendiren bütün meselelerde belirsizleşmeyi, kafa karışıklığını getiriyor. Gündeme gelmesine izin verilmeyen “değer yargılarımız” ve ciddiyetsizliği hayat tarzı haline getirilmişler tarafından hep negatif bakış açısıyla ve negatif ifadelerle bahis konusu edilen bir “tarihî kimliğimiz” var. Gerçek aydından beklediğimiz “belli bir duruş sahibi olma” hassasiyeti, bu zamana hâkim olan üst-değerler çerçevesinde ortadan kaybolabiliyor.
Pozitivist Batıcılarla, Liberal Batıcıların başrollerde olduğu sıkıntılı ortam, siyasal söylemlerle de desteklenerek toplumun istismar edilmesine yol açıyor. Burada insanı tanımaya ve anlamaya yönelik bir bakış açısı geliştirmek yerine toplumun zihninde berraklaşmamış ve tarihî geleneğimizle yoğrulmamış kavramların en geçerli doğrular olarak anlatıldığı bir tahakküme maruz kalıyoruz. Güç merkezleri, çeşitli gruplar ne kadar özgürlükten, demokrasiden bahsederlerse bahsetsinler, içinde yaşadıkları topluma yaklaşım tarzlarının aynı olduğunu görüyoruz. Evet, Türkiye’deki Batıcılar liberaliyle ve pozitivistiyle bu durumdadır. Peki, hem yerlilik iddiası taşıyıp hem millet iradesi deyip bugünlerde despot liberallerin peşine takılanlar neden siyasal söylemlere aynı yüzeysellikteki siyasî söylemlerle cevap vermeye kalkarlar? Acaba ellerinden gelen bu mudur? Türkiye’nin normalleşmesi imtiyazların el değiştirmesine değil ortadan kalkmasına bağlıdır. Türkiye’ye uygulanan toplum mühendisliği projeleri, sosyolojik gerçeklerimizden kaynağını alan düşünce üretimleriyle karşılanmalıdır. Oysa şu anda yapılan toplumun ruhunu anlamak yerine siyaset dili ve düşüncesiyle mukabele etmektir. İdeolojik aydınımızda Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın hayatın içinde arayışlarını sürdüren tavrını, bazen bir kelime bazen de bir cümleyle halkın eğilimlerini/duruşunu tespit eden bakış açılarını göremiyoruz.
“ÜST ÜSTE SORULAR SORU İÇİNDE...”
Belirsizlik böylesine vahim boyutlarda olunca, şairin “Üst üste sorular soru içinde” diyerek resmettiği hali yaşadığımızı düşünüyoruz. Ve sorular takılıyor zihnimize: “Sağıyla, soluyla, liberaliyle, okumuş/aydın tabaka sayılan insanımızı birleştiren nedir? Neye konsantre olmuş durumdalar? Neyi görüyorlar? Ürettikleri düşünceyi hangi dinamikler yönlendiriyor? Hangi ölçülerle dünyaya bakıyorlar? Somut bir örnek olarak ise 1999 yılında yaşadığımız deprem faciasını hatırlamakta fayda vardır. Bu büyük yıkımda, millet yaraları sarma görevini devlete bırakmamış hemen bölgeye akın etmişti. Bir toplumun bu kadar çabuk şekilde organize olup tepki vermesi Batı medyası tarafından şaşırtıcı bulunmuştu. Türkiye’nin aydınları ise o günden bu güne istisnalar hariç bu konuyu işlemeye/düşünmeye gerek görmediler. Bu toprakların hafızası, bin yıllık dinamikleri, bu toplumun bu coğrafyada ürettiği hayat tecrübesi çoğu zaman gelenekçilik iddiasında olanlar tarafından ıskalanabiliyor. Bin yıl bu yapıyı omzunda taşıyan insan tipi ve onun hayata bakışı hiçe sayılıp meydan 30-40 yıllık ideolojilere bırakılıyor. Şahsiyetini inşa ederken bu toprakların hafızasını umursamayıp “radikal” yollara sapanlar bugün en hızlı dönüşenler oluyor. Tasavvuf, Sünnilik, Osmanlı’nın Cihan Hakimiyeti Mefkuresi gibi Türk–İslam medeniyetinin bizi biz yapan temel taşları hakkında ne düşündükleri belirsiz kişiler millet iradesinden bahsedebiliyorlar.
İKİ FARKLI ALGILAMA...
Bazen aydının bu ülkede yaşarken göremediklerini, dünya turuna çıkmış bir denizci görüp paylaşabiliyor. Nisan ayı içinde dikkatimizi çeken bir gazete haberi bize Türkiye’de sosyolojik realitelere göre düşünmenin ve tavır almanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha hissettirdi. Habere göre, yelkenlisiyle dünya turuna çıkan Özkan Gülkaynak isimli denizci, birçok ülkeyi gördükten sonra ailesine gönderdiği mektupta şunları söylüyordu: “Unutmayalım zaman zaman eleştirsek de ülkemiz halen dünyanın en güzel ülkesidir. İnsanlarımız yıllardır yaşadıkları sosyo–ekonomik problemlere rağmen dünyanın en asil ve yardımsever insanlarıdır. Biz Türkler kasa önünde “Hesabı ben ödeyeceğim” kavgası yapanlardanız. Biz Türkler malla, parayla, pulla avunmayız, dostluk ve sevgiyle var olur yaşam sevinci buluruz. Biz Türkler önce sevdiklerimiz için sonra kendimiz için yaşarız. Biz Türkler gücün en büyüğüne sahip olup en sonunda gösterenlerdeniz. Biz Türkler, Türk olduğumuz için övünür ama asla başka milletlerin insanlarına aşağılayarak bakmayız. Biz Türkler her zaman dünyanın en misafirperver halkıyız. Biz Türkler tarif edilemez büyüklükte bir potansiyele sahibiz.” diyordu. Özkan Gülkaynak bunları söylerken Türkan Saylan aynı günlerde burada “Türklükten ne anladığını” şu ifadelerle ortaya koyuyordu:
“Çocuklarımızın namaz kılmasını değil bale yapmasını istiyoruz. Biz Türkler hep akın etmişiz; yakıp yıkmışız, başkalarının yaptıklarını yakıp yıkmışız. Şimdi kendi yaptıklarımızı yıkıyoruz. Nedir bu alışkanlık? Biz yakıp yıkmak için var değiliz. Biz yaratmak, geliştirmek ve çağın üstüne geçmek için varız.” (12.04.2007) Türk sanat müziği yerine, çok sesli müzik getirmek çok önemli. Bizim müziğimiz tek sesli. Batı müziğinin özelliği çok sesli olmasıdır. Batı müziğinde orkestrasyon vardır, farklı şeyleri söylemek uzlaşmadır, demokrasidir. Batı müziği dinleyen, demokrasi anlayışına sahip olur.” (03.05.07)
Hangi dünya görüşünü taşıdığını iddia ederse etsin “anti-yerlilik” ve “anti-millilik” ekseninde birleşenlere en güzel cevabı tekrar sağlığına kavuşması için duacı olduğumuz Dilaver Cebeci; “Vurun Bana” başlıklı mensuresiyle veriyor: “Şimdi kaç parçayım biliyorsunuz. Yüreğim Selenge ırmağının kıyısında, ayaklarım yalın–yapıldak Kaf dağında, ellerim parça parça Tuna boylarında, kanım Yemen vahalarında...
Orada kılıç tutamayan parmaklarıma, Kafkasya’da sahipsiz, nereye gideceğini bilmeyen ayaklarıma, Kerkük’te gövdesiz başıma, Deliorman’da bazularıma vurun! Vurun ki, binde bir ihtimal de olsa kalkamasınlar, bir vücut üzere toplanamasınlar. Vefalı olmaktan suçluyum, merhametli olmaktan suçluyum, vurun! Siz bu kör acunda, el yordamıyla tutar, sarhoş adımlarla yürür, gözlerinizle düşünürsünüz. Ben zaman mefhumunu aşmış, mesafe tanımaz bir gök ışığım. Bir ok atımlık ömrünüzle bana nasıl hasım olursunuz.
Şimdi hazır edin pusatlarınızı, koyun merhameti bir yana! Dost görünenler, açıktan düşman olanlar, uzaktakiler, yakındakiler, toplanın! Ellerime, başıma, ayaklarıma, gövdeme, yüreğime vurun, vurun, vurun! Vur ey kör dünya, nasıl olsa bunun diyeti ağır olacak!”