Son zamanlarda bazı öğrencilerim yabancı kelimelere karşılık olarak teklif edilen bazı kelimeleri söyleyerek, o kelimelerin “komikliğinden”, hatta “gülünçlüğünden” dem vurmaya başladılar. Bazıları da yine eski kelimelere takılıp, onların yerine Öztürkçe kelimeleri kullanmam gerektiği hususunda beni “ikaz” ettiler. Kendilerine teşekkür ediyorum ancak bazıları “Cahil cüretkâr olur” sözünden de habersiz olacaklar ki, benim dışımda sahasında gerçekten söz sahibi olanlara da lâf atmaya başladılar.
Dilimizi yabancı kelimelerle doldurmak veya hiç kullanılmayan Arapça, Farsça kelimeleri hem yazılarımda hem de konuşmalarımda kullanmak meraklısı değilim. Ancak asırlar boyu kullanıla kullanıla adeta bünyemize işlemiş kelimeleri de atacak kadar bön değilim. Bu sebeple de, özellikle “acun” gibi Türkçe bir kelime yerine Arapça “dünya”yı, “ekin” gibi Türkçe bir kelime yerine de dilimize Fransızca yoluyla giren “kültür”ü kullanmayı tercih ediyorum. Fakat illa ki orijinalini kullanacağım diye “bilgisayar” yerine “computer” kelimesini kullanacak kadar da züppe değilim. Şunu da unutmamak lâzımdır: Kelimelerin bizde uyandırdığı çağrışımlar çok önemlidir: “Acun” kelimesinin bendeki çağrışımları ile “dünya” kelimesinin çağrışımı aynı değil. Birisi “dünya” kadar şeyi zihnime getirirken maalesef diğeri bana aynı zenginliği sunamıyor.
Dünyadaki hiçbir dil ilk zamanlarındaki kadar sade değildir. Zaten öyle bir dil varsa bile ancak bir kabile dili olur ve o dille sanat, edebiyat oluşturmanız mümkün değildir. Diller diğer milletlerin dillerinden etkilenirler ve zamanla kendi imkânlarıyla karşılayamadıkları yahut ihtiyaç duydukları kelimeleri alarak kendi bünyelerine “uydururlar.” Bu kelimeler zaman içinde geldiği dildeki anlamından başka anlamlar da kazanarak adeta yeniden var olur, zenginleşirler. Bu durum o kelimenin ses yapısında da söz konusudur. Bizim dilimize Arapça ve Farsçadan geçen kelimeleri biz onların söylediği gibi telaffuz etmiyoruz, edemiyoruz. Çünkü bizim hançeremizle onların hançereleri farklı. Bu sebeple de o kelimeleri Türkçenin ses yapısına uyduruyoruz. Hiçbir zaman Arapçadaki “ayın” sesini çatlatarak söylemiyor, gene hiçbir zaman Arapçadaki “hı” sesini gırtlağımızı yırtar gibi telaffuz etmiyoruz.
Arapça bir kelimeden Türkler tarafından türetilen ve Araplar tarafından Arapçanın hiçbir lehçe ve şivesinde kullanılmayan “tayyare” kelimesini atarak dilimizi zenginleştirmiş mi oluyoruz, yoksa Fransızca “bulletin” “ecole” kelimelerinin ses benzeşmelerinden yararlanarak “belleten” ve “okul” kelimelerini yaparak Türkçeci mi oluyoruz, yoksa taklitçi mi? Bütün bunları da dikkate almadan söylediğimiz her sözle hem dilimize hem de geçmişimize haksızlık etmiş oluruz. Biraz insaf sahibi olmak gerekir kanaatindeyim.
İşin bir de başka cephesi var tabii, onu da söylemek lâzım. Eski şairlerimizin, yazarlarımızın kullandığı dilde Arapça ve Farsça birçok kelime olduğunu ve bugün bunların anlaşılmadığını söyleyenlere hak veriyorum, ancak bir de günümüzdeki duruma bakalım. Şöyle rast gele seçeceğiniz günlük bir gazeteden yine rast gele seçeceğiniz bir köşe yazarının yazısında kullandığı yabancı kelimelere bir dikkat edelim ve sonucu beraber görelim. Emin olun ki eskiden pek farklı olmayacaktır, yani yabancı kelime kullanma oranı hemen hemen aynı olacaktır. Bu ise şunu gösteriyor, eskiler bir taraftan aldıkları için haksız, ama biz bu taraftan alınca haklıyız. Bu nasıl “objektif” bakış açısıdır, ben anlayamadım.
Bir başka mesele de bir zamanlar aşırı özleştirme ile alay etmek maksadıyla “otobüs” kelimesi için söylenen “çok oturgaçlı götürgeç”; “hostes” kelimesi yerine söylenen “gök konuksal avrat” tabirlerini de dilde sadeleşme için çalışanların teklif ettiğini zannedilerek, aşırı davrananların yanında sadeleşme yolunda ilmî ve iyi niyetli çalışan kimselere de haksızlık ediliyor. Özellikle mürekkep yalamış bazı kişilerin bunlara inanması ve takılıp kalması ise bir başka hazin durum değil midir? Dil tasarrufu sever; hiçbir dil, bir veya iki kelime ile karşılayabileceği bir kavramı birkaç kelime ile karşılamak istemez. Türkçe de böyledir. O yüzden bu kelimeler teklif edilmiş olunsaydı bile “komikliğinden” değil “fazlalığından” dolayı dilin kendi bünyesi ve kuralları tarafından kabul edilmeyecekti zaten.
Bir örnek vererek bitirmek niyetindeyim: Dilimize Arapçadan girmiş olan “imkân”, mümkün” ve bizim ürettiğimiz “imkânsız” kelimeleri yerine “olanak”, “olanaklı” ve “olanaksız” kelimeleri teklif edildi. Bugün de yaygın bir şekilde kullanılıyor. Ancak bir politikacımız “imkânsız” veya “mümkün değil” kelimeleri için “olanaksız” demek yerine kulakları tırmalayacak şekilde ve çok lüzumsuz olarak “olanaklı değil” diyor. Bu da ayrı bir “komedi” ve “dil bilmezlik” değil midir?
Ben dilimize yüzlerce yıl önce girmiş ve bizim bünyemize yerleşmiş olan kelimelerin atılması ve kullanılmaması gibi bir zihniyeti anlayamıyorum; hele de günlük hayatımızda hemen her dakika kullandığımız kelimelerin. Ancak dilimizin yabancı kelimelerin istilasına uğramasını önlemek için de, dilimize giren yabancı kavram ve terimleri karşılamak maksadıyla Türkçenin zengin türetme imkânlarından faydalanarak yeni kelimeler türetmek lâzımdır. Özellikle teknolojinin gelişmesiyle oluşan yeni ürünlerin, kavramların ve terimlerin Türkçeye uygun hale getirilmesi zarurîdir. Bütün bunları yaparken bin yıllık “tecrübeye sahip hayat”ı atmak da haksızlık olur. Açın bakın Türkçe Sözlük’e (TDK) “hayat”ın kaç tane anlamı var, kaç kelimeyle birleşerek hem terim hem de deyim anlamı kazanmış, kaç değişik şekilde kullanılmış. Bir de şiirde, edebiyatta kullanılış biçimlerini düşünün. Sevgilinize, eşinize nasıl gönülden “hayatım” dediğinizi hatırlayın. Karşınızdakine nasıl “hayat verdiğini” düşünün; onu nasıl “hayata bağladığınızı”, “hayatınızın baharında” onu nasıl “hayat arkadaşı” seçtiğinizi, onunla hangi “hayati” konuları konuştuğunuzu, “hayat dolu” nasıl günler geçirdiğinizi, ayrı kaldığınızda nasıl “hayata küstüğünüzü”, “hayat kavgasında” birbirinize nasıl destek olduğunuzu, hâsılı bütün bunların ve daha sayamadıklarımızın size nasıl “hayatiyet” kazandırdığını tahayyül edin, hatırlayın. Onun yerine teklif edilen “yaşam” Türkçedir ancak, “hayat hikâyesi” çok kısa, “hayat tecrübesi” çok zayıftır.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” diyen Atatürk’ün sözünü dikkate alarak “hayat”, “hakikat” gibi kelimeleri atmadan önce biraz da gerçek “mürşit” olan “ilme” ve “fenne” “müracaat” etmek gerekmez mi?
hayriatas@gmail.com