29 Temmuz 2004 Perşembe 09:47 itibariyle, gazeteci Yetkin İşcen, internette yayımladığı belge ve fotoğraflarla, dinci kesimin Çanakkale'yi mesken tuttuğunu yazıyordu. Çanakkale Savaşları'yla ilgili belge ve fotoğrafları "www.gallipoli 1915.org" sitesinde yayımlayan İşcen, belediye başkanlarının otobüslerle insanları Çanakkale'ye götürdüğünü, bu gezilerde baştan aşağı yanlış bilgiler verildiğini öne sürmüştü.
Yetkin İşcen, "Bu turları, Nisanda bölgede dolaşırken gördüm. Takkeli, şalvarlı, peçeli insanlar her yeri kaplamıştı. Şehitliklerde dua ediyorlar, yabancı mezarlıklarda da piknik yapıyorlardı. Bu gezinti sırasında da 'İşte Mustafa Kemal'in kaçtığı savaş' diye anlatılıyormuş."
"Derinlerdeki Tarih" ve "Dumlupınar" belgeselleriyle tanınan yapımcı Savaş Karakaş da, 2002'de Discovery Channel için yaptıkları bir çekim sırasında, dinci gruplara rastladığını kaydederek, bir gözlemini aktarmış:
"Arkeolojik bulgular yapılırken bu takkeli, şalvarlı irticai gruplar da biraz ileride bulunuyordu. Çanakkale tarihini hiç bilmeyen bu rehberler, gruplara inanılmaz şeyler anlatıyorlardı. Gökten bulut indiğini ve düşmanın o bulutun içinde kaybolduğunu, kuşlar ve böceklerin Allah'ın düşmanlarını yok ettiğini söylüyorlardı. Bırakın Mustafa Kemal'i, Mehmetçik adı bile geçmiyordu."
Aynı sitede Çanakkale Turizm Derneği Başkanı Ahmet Kaşıkçı da, rehberlerin şunları anlattığını aktarmıştı:
"Gece siperlerden 'Allah Allah' sesleri geliyor. Çanakkale Savaşları erenlerin, evliyaların sayesinde başarılmıştır. Bu evliyalar, düşman topçusunun attığı mermileri havada yakalayarak yok etmişlerdir."
Bana göre birileri etnik milliyetçilikleri yükselterek, başka birileri küreselcilere yaltaklanarak, başka birileri de İslam dinini kullanarak, Atatürk’ü ve Türk’ün kahramanlığını bu ülkede pilanlı ve de purogramlı bir şekilde silmek istiyor...
Ne demek bu?
Malum kişiler, bir kahramanlık anlatıyorlar ama içlerinde Türk kelimesi, Türk kahramanlığı, Türk ifadesi yok...
Çünkü Türk kelimesi malum kişilere, yandaşlarına, bezirgânlarının beynine bir ok gibi, bir kama gibi veya bir kılıç gibi girmektedir.
Onlar buna karşılık kalkan vazifesi olarak, Türk insanının en hassas yeri olan dini değerlerinden vurmaya çalışmaktadırlar.
Biz bu kişileri, bunların ağalarını, babalarını, alt-üst kimlik palavrasında yüzenlerini çok iyi biliyoruz.
Biz malum tabansızların “Ne Mutlu Türküm Diyene” ifadesinden kaçışlarını çok açık bir biçimde de görüyoruz.
Aynı zihniyettekilerin Türk ve Türklük ifadesinden kaçmak için “Milletimiz” ya da “Milli” gibi kelimelerle de oynayarak, bu kavramları sulandırmağa çalıştığını da elli yıldır görüyoruz.
Şeref sözcüğünden nasibini, yüklendikleri teslimiyet göreviyle orantılı şekilde alanların, elbette bir gün foyaları açığa çıkacaktır.
Çanakkale Savaşlarında Türk askerinin kahramanlığı elbette vardır. Bu tarih tarafından tescillenmiştir. Bu durum açık bir şekilde, belgeleriyle ve somut kanıtlarıyla önümüzdedir. Örneğin Mustafa Kemal’in 19. Tümeninin 57. Alayının tamamen şehit olduğu söylenir. Bu alay kimlerden oluşuyordu? Madem Çanakkale edebiyatı yapıyorlar, bu alayın kahraman askerlerinin soyunu söylesinler de görelim.
Söyleyebilirler mi?
Yürekleri var mı?
Halbuki Mustafa Kemal’in 19. Tümenindeki 71. ve 72. alaylar neredeydi?
Bunlar kimlerden oluşuyordu?
Arkadaşlar bunlar da Müslümandı; fakat ekserisinin kökeni Araplara dayanıyordu.
Peki, bu Müslüman Araplar, niçin Gelibolu’da Batı emperyalizmine, Hıristiyan askerlere ve Ehli Salip’e karşı beklendiği kadar yüksek bir direniş gösteremediler?
Arkadaşlar onlar, Gelibolu toprağını vatanları olarak görüyorlar mıydı ki?
Onların soyundan olanların bu ülkede Çanakkale’yi tanımadıklarını bilmiyor muyuz, duymadık mı?
Çanakkale Savaşı’nda, milliyet ve din kadar önemli bir kavram daha vardır. O da vatandır.
İşte bu düşünceyle hareket ettiğimizde Arap alayları Gelibolu’da bir hiç gibidir; Türk 57. alayı ise bir kahramanlık abidesi ve gerçeği değil midir?
Ben de Sayın Yetkin İşçen’in internettteki sitesinde anlattıklarının bir başka boyutundaki gerçekleri yaşadım.
Şöyle ki: 17 Aralık 2005 Cumartesi, 12.00 arabalı vapuruyla Çanakkale’den Eceabat’a geçtik. Tarihi yerleri gezdik. Seyit Onbaşı, Çanakkale Anıtı, Yahya Çavuş Anıtı, Müze, Kabatepe, Anafartalar ve Conk Bayırındaki anıt gibi…
Burada malum görünüşlü bir gurubun faaliyetiyle karşılaştık. Bu gurup buraya otobüsle gelmişti. Yaklaşık yirmi-yirmibeş kişilikti. Bu gurupla o bölgede birkaç yerde karşılaştığımızda, görüntülerinden düşünce boyutlarını anlamak kolaydı. Bu davranış ve görüntüleri, onların anlayışlarını hemen ele veriyordu. Aslında onlarla gezi güzergahlarında hiç karşılaşmak istemiyordum.
Nihayet, bazı iftiralarına da şahit olduk. İçlerinden başı açık bir genç kız: “Demek ki bizi hep kandırmışlar” diyordu.
Acaba kim kimi kandırmıştı? Niçin ve ne maksatla kandırmıştı? Ya da o kızın inandırıldığı gibi bir durum var mıydı?
Bu kız her halde o kesimle daha yeni tanışmış olan bir kişi olmalıydı.
Dayanamadım ve de müdahale ettim. “Sizi kim kandırmış ve ne adına kandırmış?” dedimse de, kızdan ve yanındakilerden ilk aşamada hiçbir ses çıkmadı.
Her halde, önce kim olduğumu düşündüler. Devam ettim:
“Burada size anlatılan Esat Paşa, savaşın ilk aşamasında burada değil daha kuzey doğuda; yani kendisi ve karargahı Gelibolu’daydı. Savaş tam bulunduğumuz bu bölgede Türkler lehine gelişme gösterdikten sonra, o ve karargahı buraya gelmiştir. Fakat burada ve biraz daha aşağıdaki bölgelerde Mustafa Kemal ve tümenine mensup askerler vardı.
Konuşmaya çalıştığım bu gurubun başındaki altmış yaşlarında bulunan şahısa da: “Siz her halde gurubun rehberisiniz” dedim.
O “Gazeteci” olduğunu, “uzun yıllardır buraya insanlarla geldiğini” söyledi.
Guruba ve şahısa dönerek; “öğretilen bilgiler de yanlışlıklar olduğunu” söyledim. “Eğer düşüncelerindeki bu konuya yönelik farklı bir durum varsa, ben de aydınlanmak isterim” dedim. Eğer o kız arkadaşımızı birileri kandırmışlarsa, ben de bu topraklar da doğdum. Benim de kandırılmış olmam lazımdır. Madem bu kızımızı aydınlatıyorsunuz. O zaman beni de aydınlatın ve bu konuda doğru yönü bulayım” dedim.
Onun yanında bulunan belki de adamları olan birkaç kişi onu savunmaya kalktı.
Rehber geçinen şahıs “Siz bizi fişletmek mi istiyorsunuz” diyordu.
Ben dedim ki: “Benim fişle mişle ilişkim yok. Sizden isteğim bu konuda bilginizle beni de aydınlatın!” Sonra: “Sizin tarafınızdan öğretilen çoğu bilgilerde yanlışlıklar olduğunu da ispat edeceğim” dedim.
Bunu özellikle rehber geçinen şahsın çevresindeki kişiler üzerindeki etkisini kırmak için yapıyordum. Ve onlara da dönerek dedim ki; “İnanmazsanız sizler de rehberinize sorduğum bilgileri tarihi kaynaklardan araştırınız...”
Gazeteci-rehber kılığındaki adama, “Savaşın geçtiği dönemde, şu gördüğünüz denizin adı Türkler tarafından ne olarak söyleniyordu” dedim.
O şahıs hemen çokbilmişçesine atıldı ve “Ege” dedi.
Onun adı “Ege” değil dedim.
Ona Osmanlılar döneminde Adalar Denizi veya Akdeniz (Bahri Sefid) derler. O nedenle, Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşının sonunda Türk ordusuna: “Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!” demiştir.
Sonra da devam ettim ve rehbere: “Peki siz burada hangi ordunun savaştığını biliyor musunuz” dedim.
Adam onu da bilemedi…
Yanındakiler adama baka kaldılar...
Görülüyordu ki, tarihi sadece kulaktan dolma öğrenen ve yetiştirildikleri şekilde hareket eden rehberlerinin etkisiyle hareket eden bir gurup ile karşı karşıyaydık...
Bu şahıslar, doğruların ötesinde artık kafalarında bir Çanakkale anlayışı oluşturuyorlardı.
Bu ortamda dini kullanan bir adam, yalanlarını bir sürü saf insanlara tarihi gerçekler diye pompalıyordu.
Ülkemizin Doğu ve Güneydoğusu üzerindeki Kürtçü basınç, Gelibolu’da bazı dincilerin tekeline doğru inmeye başlamıştı.
Bu anlayışın içinde Türklüğe, Türk milli anlayışına ve Mustafa Kemal’e hiç ama hiç yer yoktu.
Tablo vahimdi…
Bu tabloyu elbette sadece ben veya üç beş kişi de yaşamıyordu.
O rehber geçinen şahıs ve onun gibiler, konuyu hiç bilmeyenlerin yanında alim sayılıyordu…
Oradaki Kolordu, Üniversite ve Valiliğin de bu çeşit oluşumlarda etkili olamadığı anlaşılıyordu.
İşte benim de gözlerimle, kulaklarımla tanık olduğum 2005 sonlarındaki Gelibolu gerçeği buydu...
Aslında konu iyi incelenirse, Gelibolu bölgesinin yakın geçmişini, dini, siyasi emelleri gereği kullananlardan bir kesimin, yoğun yalan ve yanlış çalışmalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bunlar bölgede sadece rehberlik çalışmalarıyla kalmıyor, kitaplar, dergiler, filmler, okullarda yarışmalar şeklinde her yanımızı dört bir koldan sarmaya çalışıyorlar. Bunları yapanlar her şeyi kendi lehlerine yontup bir düşünce ağı oluşturmaya gayret ediyorlar...
Bu ağa düşürdükleri kişilerin de, beyinlerini yıkadıkları anlaşılıyordu.
O nedenle kamuoyunda özellikle, Seyit Onbaşı, rüyada görülen yirmi altı mayın, gelen mermileri elleriyle geriye döndüren askerler, bulutlar içersinde kaybolan İngiliz alayı gibi olaylar aktarılıyormuş.
Örneğin bunlardan bazıları, yirmi altı mayın işini şöyle izah ediyor:
“Müstahkem Mevki Komutanı Cevad Paşa 5-6 veya 16-17 Mart 1915 akşamı rüyasında nurlu dalgalar içinde çiçeklerle süslenmiş "kef' ve "vav" harflerini görür.
Heyecanla uyanır. Kalkar ve Rumeli yakasındaki tabyaları teftiş için Kilit-ül Bahr'e geçer ve önce Ahmet Câhidi Türbesi avlusundaki hazirede medfun ve 15 yaşında ölen kızı Bedîle Hanımı ziyarete çıkar.
Tam o sırada nuranî yüzlü bir zat, peyda olup, Cevad Paşa'nın yanına yaklaşarak:
"Senin bir sıkıntın var. Söyle bakalım." der.
Cevad Paşa gördüğü rüyayı bir solukta anlatıverir.
Bunun üzerine o zat: "Nur, zafer demektir. Kef 20, Vav 6, ikisinin toplamı 26 olur. O halde hemen sen denize 26 mayın döşe." der, sırra kadem olur.
Bu olay karşısında şaşırıp kalan Cevad Paşa, çarçabuk kendisini toparlayıp, birliklerinin teftişini yaptıktan sonra karargâha gelir.
Binbaşı Nazmi Bey'i çağırtıp; "Depolarımızda kaç mayın var?" diye sorunca, aldığı cevap gerçekten şaşırtıcıdır:
"26 efendim!"
Alıntıya baktığınızda kolayca şunları tespit edebilirsiniz:
“Cevad Paşa 5-6 veya 16-17 Mart 1915 akşamı rüyasında”; yani Cevad Paşa bu iki geceden birinde rüyasını görmüş. Niçin iki ayrı tarih verilmekte? Çünkü Nusret Mayın gemisinin mayınları döktüğü gece hususunda farklı bilgiler kamuoyunda vardır da onun için...
Örneğin bir görüş, dökülen geceyi 7/8 Mart 1915’e bağlıyor; diğer bir görüş ise 17/18 Mart 1915’e bağlıyor. Bu durumda ise, rüyanın görülme gecesi de iki ayrı tarihten birine uydurulmaya çalışılıyor.
Yine yukarıdaki alıntıya baktığınızda:
“Nuranî yüzlü bir zat, peyda olup, Cevad Paşa'nın yanına yaklaşarak:
"Senin bir sıkıntın var. Söyle bakalım." denildiği aktarılıyor.
Acaba bu nurani yüz veya bu çeşit anlayışlar size hangi televizyon kanallarını veya hangi tür yayınları hatırlatıyor? Şöyle bir düşününüz, kolayca hatırlayacaksınız.
Senaryo hep aynı…
Bir kurtarıcı, bir yol gösterici, bir ışık verici…
Acaba size de mi bir Şeyh ya da Hoca Efendi lazım…
Nedense Şeyh deyince Şeyh Sayit ya da torunları; Hoca efendiler deyince de malum yüzler ve zamanın adamları ile ABD aklıma geliyor.
Fakat toplumun beynine sokulan malum kişilerin fotoğraflarına bakıyorum. O şahısların yüzlerinde hiçbir nuranilik görmediğim gibi, Anglo-Saksan-Siyonist Yahudi ittifakının dümen suyunda veya uçurtmasının kuyruğunda gittiklerini ya da gitmiş olduklarını kolayca tespit edebiliyorum.
Ayrıca gayri millilik ufkunu yükselten bu dincilerin, Anglo-Sakson Siyonist Yahudi destekli şeytani hedeflerinin yoluna düşürülmememiz gerektiğine de inanıyorum.