Eskiden dilenciler vardı. Çoğu cami önlerinde, köşe başlarında rastlardık onlara. Muhakkak ihtiyaçları olduğunu düşünür, elimizi cebimize atarak üç beş kuruşu “Allah rızası için” verirdik ki, zaten onlar da bu razılığın kabul olması için dua ederlerdi. Bazen de biz onlara dua eder “Allah yardım etsin!” der geçerdik. İçlerinden ne geçerdi bilinmez ancak memnun ve mütevekkil bir halleri vardı. Bu dünyada paylarına düşenlere razıydılar ve fazlasında da gözleri yoktu.
Henüz şimdiki gibi sektörel bir kimlik kazanmamışlardı sanırım.
Yıllar önce (bu sıralar bu tabiri çok kullanmaya başladım, yoksa yaşlanıyor muyum?) Sultanahmet’teki okuluma giderken, hemen her sabah bir dilenciye rastlardım. Onun mekânı Vezneciler’de Edebiyat Fakültesi ile Sadr-ı Esbak Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nin (eski Türkiyat Enstitüsü binası) oluşturduğu aralığın Vezneciler tarafındaki başı idi. Her sabah saat 07.35’te Vezneciler’de otobüsten iner, ağır adımlarla gazete bayiine uğrar gazetemi alır, yine ağır adımlarla o aralığı kullanarak Beyazıt Hamamı’nın (inşallah tamamen yıkılmadan restorasyonu tamamlanır) yanındaki merdivenlerden inerek Ordu caddesine iner ve Divan yoluna doğru ya yürür yahut üniversitenin kütüphanesinin karşısındaki duraktan (şimdi kaldırdılar) tramvaya binerdim. Hemen haftanın beş günü devam eden bu mutad seferim sırasında o yaşlı dilenci amcayı da işine hazırlanırken bulurdum. Oraya kim getirirdi, nasıl gelirdi bilmiyorum ancak ben oraya ulaştığımda onu çoğunlukla işine hazırlanırken bulurdum Onun işine hazırlanması bana bir ritüel gibi gelir ve durup oyalanarak onu seyrederdim.
Amca bastonuna dayanarak her zamanki yerine doğru ilerlerdi. Onun yeri bahsettiğim aralığın başındaki fakültenin demir parmaklıkları ile yolu ayıran çimenlikti. Elinde eskiden hanımların pazar alışverişleri için kullandıkları mavi beyaz çubuklu rengi kaçmış plastik türevli bir çanta olurdu. Onun bütün iş malzemesi de zaten bu çantadaydı. Yavaş yavaş yerine gelir, önce çantayı yere bırakır, sonra içinde artık kullanıla kullanıla yıpranmış, rengi kalmamış, ilk renginin ne olduğu anlaşılmayan kirli bir minder çıkarır, yolun kenarına gelecek şekilde çimenlerin üzerine koyardı. Sonra yavaşça o minderin üzerine bağdaş kurar oturur, çantasını sağ tarafına alır ve içinden önceleri beyaz ve desenli olduğu anlaşılan havı kalmamış bir havlu çıkarır, onu çimenlerle yolu ayıran üç beş santim yüksekliğindeki kaldırım taşının önüne itina ile sererdi. Sonra da uçmaması, kıvrılmaması için uçlarına ağırlık yapması için gene çantasından çıkardığı iki küçük mermer parçasını havlunun kenarlarına koyardı. Ardından bastonunu ön tarafına havlunun üzerine boylu boyunca yatırarak tezgâhı kurma işini tamamlardı. Son olarak kenarını köşesini düzelttikten sonra elini cebine atan amca üç beş bozuk para çıkararak havlunun üzerine serpiştirir, böylece vitrin düzenlemesini de sağlamış olurdu. Tezgâha en son bir göz attıktan sonra ellerini karnında birleştirir, başını da hafif öne eğip sağa yatırarak müşterilerini, kısmetini beklemeye başlardı.
Oradan geçtiğim sekiz dokuz ay boyunca yoğun kış ayları hariç amcayı sürekli gördüm. Başka bir okulda göreve başlayınca yolum değişmişti ancak okul çıkışlarında arada sırada oradan geçerken yine rastlıyordum. Beş altı yıl önce amcanın aralıklarla gelmeye başladığını, sonraları ise hiç gelmediğini fark ettim. Zaten çok yaşlı olan amcaya bir şey mi oldu, yoksa kendince emekliye mi ayrıldı bilmiyorum.
Bir insanın dilenmesi için hangi şartların oluşması gerektiği hususunu toplumbilimcilere, ahlâkî yönünü de ahlâk bilimcilere bırakalım. Ancak bir insanın yüzünü kızartıp, haysiyetini ayaklar altına alması kolay olmadığı gibi, diğerleri tarafından hor ve hakîr görülmesi katlanılacak bir durum olmasa gerek. Bu şekilde diğer insanlara avuç açmak da insanın ruhunda ne gibi yaralar açar onu da tahmin etmek zor değil. Bizim amca da kim bilir hangi sebeplerden ötürü dilenmeye başlamıştı. Keşke amcayla bir irtibat kurma yolunu denesem de konuşsaydım diye her zaman hayıflanmışımdır. Sebep ne olursa olsun amcadaki bu iş disiplini beni kendisine hayran bırakmıştır. Oradan geçtiğim süre içinde ben de naçizane amcayı atlamamaya çalıştım. Helal olsun amcaya…
Meraklısına:
Beyazıt Hamamı:
Sultan 2. Beyazıt tarafından 1502-1505 yıllarında yaptırılan iki büyük, 6 küçük kubbeli hamam, uzun yıllar -kaderine değil- göz göre göre yıkılmaya terk edilmişti. Daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne tahsis edilen hamamın nihayet, üniversitenin çeşitli kültür faaliyetlerinde kullanılmak üzere, restorasyon çalışmalarına başlandı.
Beyazıt Hamamı, Lale Devri’ni sona erdiren “Patrona Halil İsyanı”nın elebaşı olan şahsın adına nisbetle “Patrona Halil Hamamı” olarak da anılır. Zira Patrona Halil bu hamamda tellaklık yaparmış.
Türkiyat Enstitüsü:
1924 yılında Atatürk’ün emriyle kurulan Türk dili, kültürü, tarihi, edebiyatı, sanatı kısacası bizimle ilgili her konuyu bilimsel yollarla incelemek amacıyla kurulan enstitü, uzun yıllar bu medresede hizmet verdi. Enstitü, 1980’li yılların ortalarında Horhor’daki yeni yerine taşınmış, kalan bazı birimleri de 90’lı yıllarda tamamen oraya taşınmıştır. Medresede bir ara İ.Ü Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Fakültesi, Kültür Bakanlığı İslam Ansiklopedisi hizmet verdi. 1999 depreminde hasar gören bina yenilendikten sonra üniversiteye bağlı Avrasya Enstitüsü’nün merkezi olarak kullanılmaya başlandı. Binanın cephelerinde kültürümüzün güzel örneklerinden kuş evleri de vardır.
hayriatas@gmail.com