Bu öyle bir tahakkümdür ki trajikomik neticeler verebilmiştir. Mesela, komünist diktatörlerin zulmü altında inleyen Azerbaycan ve Bulgaristan gibi ülkelerde yaşayan soydaşlarımız dertlerini dinlemek için kendileriyle görüşen milli aydınlara Türkiye’den Aziz Nesin ve Nazım Hikmet gibi aydınları tanıdıklarını söylemişlerdir. Aziz Nesin ve Nazım Hikmet için Türkiye dışında yaşayan Türklerin neler yaşadıkları hiçbir zaman üzerinde durulmaya değer bir mesele olmamıştır.
Türkiye’de özellikle 20. yüzyılda olup bitenleri tamamen tersine çevirerek anlatmayı ve yazmayı vazife bilen aydınlar maalesef çoğunluğu oluşturuyor. Burada hadiseleri kendi şartları içinde kabul edip ona göre yorumlamaya çalışan bir fikir dünyasına ihyacımız ortaya çıkıyor. Gazetesinden dergisine televizyonundan sinemasına “kitleye bir şeyler taşıma” iddiasındaki vasıtalar büyük ölçüde “çarpıtma/abartma/tersine çevirme” ekseninde döner dururlar. Bunun en açık, en bilinen örneklerinden birini televizyonlarımızda yüzlerce defa gösterilen “Hababam Sınıfı”nda görebiliriz. Filmde yaşlı bir edebiyat öğretmeni sert tavırlarla sürekli “yeni yok, ne varsa eskide var, yeni lafını duymayacağım” diyor. Ve ilgili bütün karelerde divan edebiyatına vurgu yapıyor. Halbuki bu filmin çekildiği zamanlarda ve öncesinde yaşanan gerçek bunun tam tersidir. Okumuş veya aydın olarak vazifeleri değer üretmek olduğu halde çoğu kişi “bizden hiçbir şey olmaz” düşüncesini taşıyordu. Bu hedefsizlik ve projesizlik halinin yeni gelen nesillere verebileceği bir tek şey vardı: özgüven kaybı. Batı insanı “üstün insan”dı, Batı’nın dışındakiler ise “sıradan insan”. O dönem Türkiye’nin eğitim kurumlarında, kökü bu topraklarda ve bizim medeniyetimizde bulunan eserlere geçit verilmeyen bir dönemdir. Yerli/milli kültürü işleyen yazarlar özenle dışlanmışlardır. O döneme “Mavi Anadoluculuk”, “Köy (!) romanları” hâkimdir ve en çok ön plana çıkarılan, basında en çok desteklenen yazarlar “en muhalif” olduklarını iddia eden ama aynı zamanda bürokrasiyle içli dışlı olmakta beis görmeyen yazarlardır. Bu öyle bir tahakkümdür ki trajikomik neticeler verebilmiştir. Mesela, komünist diktatörlerin zulmü altında inleyen Azerbaycan ve Bulgaristan gibi ülkelerde yaşayan soydaşlarımız dertlerini dinlemek için kendileriyle görüşen milli aydınlara Türkiye’den Aziz Nesin ve Nazım Hikmet gibi aydınları tanıdıklarını söylemişlerdir. Aziz Nesin ve Nazım Hikmet için Türkiye dışında yaşayan Türklerin neler yaşadıkları hiçbir zaman üzerinde durulmaya değer bir mesele olmamıştır.
BU İŞTE BİR TERSLİK VAR!
Onların bugünkü versiyonları yine muhalif olduklarını iddia etmekle birlikte hem bürokrasiyle hem de kapitalizmle barışık bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar. İşte böyle yerli olandan ısrarla kaçılan, bunların sürekli üzerinin örtüldüğü, dünyanın her yerinde hayatın, kültürün ve sosyal bilimlerin temel kaynağı olarak benimsenen “tarih” ilminin 5–10 yıl öncesine kadar “ideolojik alan” telakki edildiği bir ortamda hala bize eğitim hayatımızda Türklük övgüsünün hakim olduğunu iddia eden yazarlar var. Bunlardan birisi geçen günlerde şöyle yazıyordu: “Bütün dünyanın düşmanlık ettiği, böldüğü, parçaladığı ‘fakir ve gururlu’ bir millettik. Başka ülkelerin neden ‘gurursuz ve zengin’ olduğunu anlatan bir öğretmene rastlamadım. Sırf Türk olduğumuz için iyiydik, güçlüydük, dürüsttük, ayrıca başka bir şey yapmamıza hiç gerek yoktu. Türk’tük ya, daha ne yapacaktık.” Biz daha 5–10 yıl önce içinde olduğumuz eğitim sisteminde Türklük övgüsüne veya vurgusuna rastlamadık. Bilakis Türklük olumsuz anılmasına ses çıkarılmayan ya da herhangi bir itiraz geliştirmeyen bir kavramdı. Eğer bu durum da yazarımızı tatmin etmezse kendisiyle aynı yıllarda Türkiye’de eğitim görmüş bir aydından; Mehmet Niyazi Özdemir’in 2002 yılında yazdığı bir makaleden aktaracağımız şu satırlar daha açıklayıcı olacak ve hem işin aslını hem de değişmeyen çizgiyi gösterecektir: Geçtiğimiz günlerde Almanya’nın değişik bölgelerinde meydana gelen sel felaketinde evlerini, işyerlerini, dükkanlarını kaybedenler hayat mücadelesi verirlerken bazı vicdansızların da televizyonlarını, cep telefonlarını, fotoğraf makinelerini, video cihazlarını yağmaladıklarını gazetelerde okuduk. Sadece Saksonya eyaletinde yirmi dört kişi gözaltına alınmış. Kim bilir Almanya’nın tamamında, diğer Avrupa ülkelerinde ne kadar yağmalama olayı olmuştur. Gazetelerde sel felaketlerine dair haberleri okurken gözlerimin önüne ilkokul, ortaokul sıralarındaki yıllarım geldi. Bu okullarda okurken öğretmenlerimiz bize Avrupalıların çok medeni olduklarını, kesinlikle hırsızlık bilmediklerini anlatırlardı. Hatta öyle ballandırırlardı ki; İsviçre’nin dağlarında açık dükkanlar varmış, peynirin, zeytinin üzerlerinde fiyatları belirten etiketler bulunurmuş, avcılar kendilerine lazım olanı tartar, alır, parasını kasasına koyarlarmış. Sonra da kılıcı bize çevirirlerdi. Bizim medeniyet dairesi dışında kaldığımızı, hatta dilimizdeki “çalışmak” kelimesinin “çalmak” fiilinden geldiğini söylerlerdi. Bizler de o masal ülkesine dair anlatılanları ağzı açık dinlerdik. Gün geldi, oralara gitmek nasip oldu; bir akşam şehrin bir bölümünde iki dakika elektrikler kesildiğinde, marketlerin yağmalandığını duyunca şoke olmuştum. Daha sonra Avrupa’daki büyük marketlerin özel polisleri bulunduğunu öğrenince de hepten şaşırmıştım. Zürih’ten Köln’e gitmek üzere tren bekliyordum. Karşımdaki sandalyeye yaşlı bir İsviçreli gelip oturdu. Ona ufka doğru uzanan dağları göstererek, orada içinde sahibinin olmadığı açık dükkanların bulunup bulunmadığını sorunca, adamcağız bana şüpheli şüpheli bakmaya başladı. Kaçık mı olduğumu, alay mı ettiğimi, şaka mı yaptığımı anlamaya çalışıyordu. İhtiyarcık, okullarımızda böyle hayal ürünlerinin anlatıldığını nereden bilebilirdi?” Hal böyleyken, yaşanan ve uygulanan büyük ölçüde bunlardan ibaretken, kaderini bu topraklara bağlayan ve bu gerçekleri dile getirmeye çalışan her gerçek aydın Türkiye’deki “yabancılaşma cemaati” tarafından dışlanmıştır. Fakat radikallik yaptığını zanneden yazarlar hakka değil kuvvete tabi olduklarının fark edilmediğini zannetmesinler. Arayış sahibi olan, özentileri ve kompleksleri tespit eden, kendisine sunulan “kültür-fikir-sanat haritasını” sorgulayan herkes onların çelişkilerini görüyor…