Her dem İstanbulluluktan ve İstanbullu olmaktan bahseden birçok bürokratın, belediye başkanının, sadece koltuklarında oturduklarını, etraflarına hiç bakmadıklarını düşünmemek elde değil. Hemen her köşe başında viran olmuş bir tarihî konak, her yol üstünde suyu kesilmiş, yalağı betonla doldurulmuş yahut yol yapımı sırasında tam anlamıyla yerin dibine itilmiş bir çeşme görmek mümkün.
Süleymaniye’deki bir arkadaşımı ziyaret ettikten sonra, Süleymaniye’nin o dar ve perişan ara sokaklarını adımlamaya başlamıştım. Hemen her adımda bir mezbelelik, bir harabe ile karşılaşıyor, ayakta durabilmek için yanındaki yorgun ahşap binaya yaslanmış evin ne zaman yıkılacağını -veya yakılacağını- düşündükçe tüylerim diken diken oluyor, yıkılanın ve yakılanın yerine hemen ya otopark veya beton yığını olacağını çok geçmeden göreceğimizi aklıma getirdikçe toplum olarak artık iyice vandallaştığımız kanaati beynime paslı çivi gibi saplanmaya başlıyordu. Ben tam bu halet-i ruhiye içindeyken bir sesle irkildim: “Nolacak yani, tabii ki yıkılmalı, zaten bir halta yaramıyorlar, hiç olmazsa ortalık temizlenir.” Meğerse ben önünde durduğum eski bir Süleymaniye konağının kimsesiz ve çaresiz hali karşısında sesli sesli düşünüyor, sitemler savuruyormuşum, az ötemdeki adam da bunlara cevap veriyormuş.
Evet, ne olacak yani eski ahşap bir konak yıkılırsa, dünyanın sonu mu gelir? Hem zaten onların yerine yapılacak olanlar daha geniş, daha sağlam ve daha kullanışlı vs. olmayacak mı? Ayrıca bir şeyi ilânihaye korumak zaten mümkün mü? Hem ne gereği var efendim, onu koru, bunu koru? Nereye varacak bu işin sonu? Karadenizli müteahhit mantığı ile düşünürsek bunlara hak vermemek mümkün değil. Ancak kültür, medeniyet dediğimiz şeyi yıkarak değil yaparak ve geçmişi elden geldiğince koruyarak geliştirmek, kurmak mümkündür, bunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Her şeyi paraya tahvil ettiğimiz bir çağda artık hiçbir mukaddesi, değer yargısı ve bu tür kavramlara saygısı kalmayan, her şeyi faydacı bir zihniyetle ele alan toplumların geleceğe ne kadar güvenle bakabileceği, ayaklarını yere ne kadar sağlam basabileceği oldukça şüphelidir.
Her dem İstanbulluluktan ve İstanbullu olmaktan bahseden birçok bürokratın, belediye başkanının, sadece koltuklarında oturduklarını, etraflarına hiç bakmadıklarını düşünmemek elde değil. Hemen her köşe başında viran olmuş bir tarihî konak, her yol üstünde suyu kesilmiş, yalağı betonla doldurulmuş yahut yol yapımı sırasında tam anlamıyla yerin dibine itilmiş bir çeşme; bir zamanlar insanlara şerbetler, sular dağıtan ancak şimdi kendileri nisyana terk edilerek insaf dilenir hale getirilen bir sebil; bir zamanlar ilim irfan yuvası olan ancak şimdi sarhoşların, esrarkeşlerin, tinercilerin ellerine terk edilen bir mektep veya medrese; zaman zaman Avrupa’ya öğretmekle övündüğümüz temizlik kültürümüzün en güzel örneklerinden kubbesi çökmüş, külhanı yıkılmış bir hamam; beş vakit bir musiki ahengiyle ezan okunan bir minare ve daha nice cami, han, kemer hatta saray görmeniz mümkün. Ve ne yazık ki bu eserler göz göre göre erimeye devam ediyor. Bazen üç beş insaf sahibi çıkıp bunların bir ikisini restore ediyor veya ettiriyor da içimiz ferahlıyor. Ancak bazıları hâlâ aslına uygun olmayan bir şekilde kafeterya, büfe vs. gibi kullanılmaya devam ediyor.
Oysa mimarî zevkimizin en ince örnekleriyle donatıldığını söylemekte gurur duyduğumuz İstanbul’a karşı bu kadar duyarsız kalışımızı hangi zevkimizin neticesi olarak anlatacağız acaba? Yoksa geleceğe geçmişimizi yansıtması için sadece kibrit kutusu benzeri beton kalıpları mı bırakacağız?
Toplum olarak birçok hasletimizi yitirdiğimiz gibi, fert olarak da hassasiyetimizi kaybediyoruz. Hemen her gün ekranlarda kan revan içinde kalmış kazazedeleri, naklen yayınla savaşları seyrederken bazen ne kadar hissiz, ne kadar donmuş gözlerle bakıyoruz, hatta tebessüm ediyoruz; sonunda da hiçbir şey olmamış gibi tekrar kendi dünyamıza dönüyoruz. Eskiden üzüldüğümüz şeylere artık üzülmüyoruz. Gözümüzün yaşarması, yüreğimizin titremesi, içimizin sızlaması kayboluyor mu yoksa?
İnsanî duygularımızı kaybederken mimarî eseri kim düşünür de diyebilirsiniz? Haklısınız, benim ki sadece bir ümit…