“Bir yerde cücelerin gölgesi uzamaya başlamışsa orada güneş batıyor demektir.” Bu ifade bir yazar tarafından Çin atasözü olarak sunulmuş. Yanlış anlaşılmasın, itirazımız yok! Kültür yapısı güçlü olan ülkelerde mutlaka derin manalı atasözleri bulunur. Ancak şunu da bilmek zorundayız ki bu ve buna benzer deyimler bizim dilimizde de vardır. Evet, aslında çok güçlü bir dil olup bu varlığını çekiştirmeler yozlaştırmalar yüzünden gösteremeyen Türkçemizde vardır.
Yazılarımızda kullanmışızdır, “Güneş batarken gölgeler uzar” demişizdir. “Sehl-i mümteni” diye tanınan ve edebiyatımızda bir zamanlar çok revaçta olan sözler kolay bulunup söylendiği sanılan ifadelerdir. Elbette böyle sözleri hangi millet almış ve benimsemişse öz malı gibi kullanabilir.
Bilirsiniz, ikindi vaktinden bahsederken, birçok yörede “İnsanın gölgesinin, boyunun iki katı olduğu zaman” diye söylenir.
Peki, cücelerin gölgesinin uzaması bizi niye bu kadar ilgilendiriyor? Cüce, Allah’ın öylece yarattığı bir insandır. Onu, boyundan dolayı kimsenin kınamaya hakkı yok. Demek ki burada üzerinde durulması gereken şey onun, kendi boyunu olduğundan çok fazla gösterme gayretidir. Ruhbilim açısından incelemeye değer doğrusu… Bir kere böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor. Psikolojik bir rahatsızlık içinde. İkincisi içinde yaşadığı toplumun bu sanal görüntüyü kolayca kabullenebildiğini sanıyor.
Bakın, “Bunların gölgesi uzuyorsa orada artık güneş batmaktadır” deniyor. İşin en önemli yanı budur. Bazıları bunu “kıyamet alâmeti” olarak da ifade edebilir. Yadırgamaya hiç hakkımız yok. Bizde bu gibi halleri anlatan birçok deyim vardır.
Bahis konusu kişilerin boylarından söz edilirken elbette ki onların beyinleri, karakterleri ölçüye vuruluyor. Gün geçmez ki bu tip insanlar hep bilinen çevrelerin senaryolarında yer almasın. Ancak kim ne derse desin verilen misyonu başarabilmeleri için uygun ortamı rahatça bulmaktadırlar.
Söz gelimi, “medeniyetler ittifakı” diye bir konu açık artırmaya çıkarılır. Bizim antika meraklısı aydınlarımız (!) hemen üstüne atlarlar. Aklıevvel yazarlarımız, gedikli yorumcularımız desteksiz atışa başlarlar. Birisi çıkıp da “Yahu bu nasıl bir ittifaktır? Kimler ittifak yapacak, niçin yapacak, nasıl yapacak? İttifak olmazsa ne olurmuş? Olunca ne değişecek? Hangi medeniyetler? Bunları kim, ne sebeple medeniyet olarak gösteriyor ve kabul ettiriyor?” diye sormuyor. O halde buyurun, yapın!
Yıllar yılı “medeniyetlerin çatışmasını” da anlattınız. Ne ünlü (!) kalemlerin mürekkebi bu yolda tükendi. Sonuç; sıfıra sıfır elde var sıfır.
Eh, tabiî bu medeniyetlerin çatışmasına “mal bulmuş magribi” gibi bakarsanız şimdi de o medeniyetlerin (!) ittifakına böyle sarılmak gereğini duyarsınız. Şimdi tekrar soralım hangi medeniyet diye. Arkadaş, medeniyetler çatışmaz! Onun için “ittifak” diye bir meseleleri de olmaz. Gerçek medeniyetler soylu insanlar gibidir. Kendileriyle de barışıktır, başkalarıyla da… Sağlam bünyelerinde kendi öz savunma mekanizmaları gizlidir. Saldırgan olmadıklarından başkalarıyla ittifak arayışı içinde olmaya da gerek duymazlar.
Dinler arası diyalog meselesi de böyledir. Öyle uzun boylu diyaloga ihtiyaç yoktur. Siz bu işi içinden çıkılmaz hale getirdiğiniz için şimdi de böyle bir çözüm yolu arayıp duruyorsunuz. Oysa mesele pek de karışık değildir. “Gelin” dersiniz “Her zaman çağdaş olan din, ekmel din İslâmdır; buyurun!” dersiniz. Diyemiyor musunuz? O bilgi ve kişiliğe sahip değil misiniz? O zaman başkaca yapılabilecek bir şey yoktur. “Sizin dininiz size benimki bana!”(1) deyip kısa kesersiniz.
Böyle maksatlı, tartışmaları, kısır çekişmeleri bırakın artık! Bakın, dünya başını almış gidiyor.
Bu arada neler oluyor?.. Faiz yüksek tutularak sıcak para girişi teşvik ediliyor. İthalâtı kolaylaştıracak mevzuat değişiklikleri yapılıp o sıcak para da lüks tüketim mallarına aktarılıyor. Dış borç sürekli ve katlanarak artıyor. Sermaye girişi adı altında enerji ve telekomünikasyon kurumları pazara çıkarılıyor. Yılda 3,5 milyar dolar geliri olan stratejik bir kurum 6,5 milyara hem de 5 taksitte satılıyor. Bankacılık sektöründe yabancıların payı yükseliyor. Bunun sonucu olarak tüketici kredilerini artırma yarışı başlatılıyor. Adının başında “milli” sıfatı taşıyan hiçbir kuruluşumuz da bu konularda duyarlılık göstermiyor. Çünkü bazı çıkar çevreleri onların hedefini şaşırtıyor. Yıllardır bu kısır döngü içinde bocalayıp duruyoruz. Bir cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinde daha şimdiden kilitlenip kaldık. Bu işin aylarca da süreceği anlaşılıyor. Herkes de birbirlerine “benim istediğimi seçmezseniz kötü olur ha…” diye gözdağı veriyor. Şöyle bir yükseklere çıkıp da oradan halimize baksak vallahi güleriz kendimize.
Cumhurbaşkanımız bile cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda taraflardan bazılarına yakın duruyor. Elbette kişisel bir görüşü olacaktır, fakat siyasi görüşler karşısında tarafsızlığını korumalıdır.
Laikçilerin alkışlarına da sahte dincilerin safsatalarına da itibar etmemek gerekir. Laikliği bilip anlayan ve uygulayan ile gerçek dindar bunların yüzünden haksızlığa uğramıştır.
Dikkatler dağıtıldığı için, asıl görülmesi gereken nesneler net olarak seçilememektedir.
Dürüstlüğünü bildiğimiz, içtenliğine inandığımız bir yazar “çuvallama hadisesi” dolayısıyla son günlerde sık sık manşetlere çıkarılan bir emekli generalden bahsettiği yazılarında (2) “28 şubat sürecinde önemli rol oynayan paşaların, emekli olduktan sonra “hangi holdinglerde hemen işi başı yaptıklarını biliyoruz” diyor. “kendilerinin nüfuzunu kullanmak isteyen gözü açık sermaye patronlarının yanında” yer aldıklarını yazıyor.
Özel orman alanlarından her türlü “tasarruf hakkı” mülk sahibine aittir diyerek ağaç katliamını ve ruhsatsız yapılaşmayı caiz gören iş adamlarıyla ortaklık kurup onlara dolaylı olarak hizmet eden kişinin o emekli paşa olduğunu görüyoruz.
Bu konularla ilgilenmeyi tabu haline getiren büyüklerimize (!) bakıyorsunuz, önümüzdeki yıl hangi kişi Cumhurbaşkanı olunca ve hangi parti iktidar olunca ne gibi bunalımlar çıkacağını bize bildirmekle kendilerini yükümlü görüyorlar.
Halbuki bu şekilde davranmakla (yani havanda su dövmekle) her türlü maddi, manevi değerlerimizin satışını hızlandıran bugünkü iktidarın emeğine yağ sürdüklerini fark edemiyorlar.
Bizler saf yurttaşlar olarak “sermaye girişiyle” stratejik kurumların satışını özdeşleştiren cambazlara şaşkınlıkla bakarken -gündem saptırılınca- asıl önemli konuları unutuveriyoruz.
Böyle bir ortamda işte gölgeler de uzar durur. Medyada ve iş hayatında adeta dokunulmazlıkları ilan edilen kâzip şöhretler ise batmakta olan güneşin önüne durup sizi de gölgede bırakırlar.
Evet, güneş batarken gölgeler uzar. Yahut –baştan söylediğimiz gibi- bazı gölgeler uzuyorsa güneşin batması yakın demektir.
Önemli olan tekrar ve bütün ihtişamıyla yeniden doğmasıdır. Umuyoruz!
Biz yeniden doğuşa (ba’s-ü ba’d-el-mevt) inanırız.
(1)Âyet
(2)İsrafil Kumbasar, 22 Aralık 2006 Yeniçağ.