Osman Ağa-Ali Şükrü ve Atatürk Olayında Son Yirmi Günün Öyküsü-3
Atatürk bazı gazeteci kılığındaki şerefsizlerin de hakkında uydurduklarını bilse, her halde kahrından ölürdü. Atilla Yayla gibi, kendi adını yani “Gazi” adını taşıyan bir üniversitede, yıllarca ekmek yemiş olan, sözüm ona akademisyen olduğu söylenen bir şahsın, İzmir’de ipe sapa gelmez konuşmalarını duysa, her halde bu ülkedeki cumhuriyet üniversitelerinin de kimlere kaldığını gördüğünde de, bir kez daha yıkılırdı.
Bu ay ki, süreli yazımıza girmeden önce, bu yıl ki “Atatürk Haftası”nda, yine yanlış diyalektik peşinden sürüklenen insanların hallerini gördük. İpek Çalışlar denilen kadın, Atatürk haftasında Kanal D’deki sabah purogramına gelmiş ve bilgisizliği her haliyle bilinen ve sanatçılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kadının konuğu olmuştur. Malum sunucu kadın orada Çalışlar’ın kitabının puropagandasını da yapmıştır. Purogramın sunucusu olarak bulunan, fakat ne tarihten, ne Atatürk’ten ne de onun faaliyetlerinden bi-haber olan kadın, İ. Çalışlar’ın kitabının puropagandasını yaparken, İ Çalışlar kurnazca sesini çıkarmamış, sanki Atatürk’ü seviyormuş gibi sessizce durmuş ve de kitabının puropagandasını Atatürk isminin sırtından yapılışını belki de içinden gülerek izlemiştir. Sonuçta İ. Çalışlar’ın cebine para girecektir. Niçin itiraz etsin ki? Acı olan nokta, bu kitabın halka tanıtılmasında, ne yazık ki Atatürk adı kullanılarak yapılmaktadır. Atatürk hakkında malum yalana dayanarak oluşturduğu Çankaya’dan kaçış tablosunun konumunu bildiği halde, sesini çıkarmayan İ.Çalışlar’da utanmadan ve sıkılmadan yayında durabilmiştir. Aynı hafta içinde Kanal Türk’ün gündüz kuşağında yayınlanan başka bir purogramda da benzer tablolar yaşanmıştır. Yayına katılan Atatürk sevgisiyle dolu olan ve telefonda ağlayarak konuşan yaşlı bir insana da, Atatürk adına, İ. Çalışlar’ın kitabının gönderileceği belirtiliyordu.
Kendi başına gittiği yolda iyi niyetli olan insanlarımıza, ne yazık ki bazı medya güçlerince yanlış hedeflerin verilmesi de, son derece ibret verici bir tablodur. Atatürk adına böylesine yanlış yöntemleri çizenler, ülkemizde acıdır ki çok etkilidir. Bu şahıslar, bu ülkede mazlum pozisyonlarına girerek, “Derin Devlet”, “Resmi ideyoloji” gibi kavramları da sürekli gündeme getirip, ortamda tutunmaya çalışmaktadırlar. Belki de bundan daha da vahimi, Atatürk haftasında kim bilir bizim duymadığımız ve görmediğimiz başka ne büyük yanlışlıklar yapılmıştır? Üstelikte Atatürk’ün adı kullanılarak, devlette kim bilir ne yamukluklar yapıldı? Bizim son yıllarda malum medyada gördüğümüz Atatürk kompozisyonlarında, “Atatürk’ün Sevdiği Şarkılar”, “Atatürk’ün Sofrası ve sevdiği yemekler” ya da “Atatürk’ün Giysileri” üzerinde özellikle durulup, nedense konu tamamıyla o yöne doğru çekilmektedir. Atatürk’ün düşünce boyutu üzerinde pek fikir üretenlere yer verilmemektedir. Bu çeşit özel günlerde, sözde görev yapılıyormuşçasına, bir sabun köpüğü gibi konu geçiştirilmeye çalışılmakta ve Türk milletinin düşünceleri bulanıklaştırılmaktadır.
Bizi, Atatürk’ün beğendiği yemekler ya da sevdiği şarkılardan ziyade, düşünce ufku ilgilendirmektedir. Fakat Atatürk’ün anti-emperyalist ve milliyetçi politikasına, acaba şu anki medya yeşil ışık yakabilir mi? Yoksa yakamadığı için mi, işi yemeklerle, şarkılarla, giysilerle geçiştiriyor? Bu konular ibretle incelenmelidir. Bu çeşit tutumlara bilmeyerek destek verenlere de bazı gerçekler hatırlatılmalıdır. Şimdi, yazımıza geçen ay ki kaldığımız yerden devam edelim.
24 Mart 1923 Cumartesi günü Atatürk, Afyondan Kütahya’ya gelir. Atatürk, Afyon’da olduğu gibi üzerinde mareşal üniforması olduğu halde, halkın içersinde yürüyerek konuşma yapacağı yere, beraberinde gelen bazı kişilerle gider.
Buna göre bu olayı da hatırlayabilmek için kaynaklara dönelim: “30 Ağustos Büyük zaferinden sonra Reisi Cumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa 24 Mart 1923 günü 2. kez Kütahya'ya geldi, eşi Latife Hanım da yanındaydı. Büyük törenlerle karşılandı. Hükümeti, Belediyeyi, Türk Ocağını ziyaret etti. Kütahya Lisesinde öğretmenlere” aşağıdaki konuşmayı yapmıştır:
"Muallime Hanımlar ve Muallim Efendiler,
Bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir.
Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir.
Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya-bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmellen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi gerçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenabı Hakka şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.
Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum."
Atatürk bu konuşmadan bir süre sonra, Kütahya’dan tirenle Eskişehir yönüne doğru yanındakilerle beraber hareket eder. Nihayet akşam üzeri beraberindekilerle Eskişehir’e gelir. Atatürk’ün bu tarih itibariyle Eskişehir’e gelişinin dokuzuncusudur. Atatürk burada Eskişehir şehrinin ileri gelenlerinden oluşan heyetle görüşmelerde bulunur.
“Bu arada Eskişehir’de yayınlanan Sakarya Gazetesinin başyazarı Atatürk’ten bir demeç istemiştir. Atatürk:
‘Sakarya Gazetesi, güzel bir isim’ dedikten sonra ilave etmiştir.
‘Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdır.’”
Evet Atatürk her halde günümüzün samimiyetsiz, çıkarbaz, üç kağıtçı, bilgisiz ve de bazı düzenbaz gazetecilerini görse, gözleri yuvalarından fırlardı. Bazı gazeteci kılığındaki şerefsizlerin de hakkında uydurduklarını bilse, her halde kahrından ölürdü. Atilla Yayla gibi, kendi adını yani “Gazi” adını taşıyan bir üniversitede, yıllarca ekmek yemiş olan, sözüm ona akademisyen olduğu söylenen bir şahsın, İzmir’de ipe sapa gelmez konuşmalarını duysa, her halde bu ülkedeki cumhuriyet üniversitelerinin de kimlere kaldığını gördüğünde de, bir kez daha yıkılırdı.
Fakat Atatürk, ülkemizin günümüz sürecini görürcesine Türk milletini satmaya çalışan aşağılık bezirganlar için, Türklüğe düşman olanlar için, aynı akşam yani 24 Mart 1923 tarihinde Eskişehir de şu sözleri de söylemiştir:
“Türk milletinin içtimayı nizamını ihlale müteveccih didinmeler boğulmağa mahkumdur. Türk milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsit, sefil, vatansız ve milliyetsiz sebükmağızların hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha edecek bir heyet değildir.
O şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, kahredilmeye mahkumdur. Bunda köylü, amele ve bilhassa kahraman ordumuz beraberdir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.”
Atatürk ve beraberindekiler Eskişehir’deki görüşmelerden sonra, saat 21.00 civarında Ankara’ya hareket etmişlerdir.
Atatürk, 24 Mart 1923 tarihinde önce Kütahya’ya ve sonrasında da Eskişehir’e geldiği gün, ABD’nin nın ünlü haftalık dergilerinden Time’de Mareşal üniformasıyla kapak olmuştur. Artık tüm dünyada Türklerin lideri olarak kabul edilmiş bir insandır.
Tüm bu süreçte yani 24 Mart 1923 günü, Ali Şükrü Bey ve kardeşi Şevket Bey ise Ankara’dadır. Aslında milletvekili olmadan önce Ali Şükrü Bey bahriyeden emekli olmuştur. 1914 yılında emekli olduğunda son rütbesi yüzbaşıydı. 24 Mart 1923 tarihindeki yaşı sadece 39 idi. Gerçekten de 1884 doğumlu olan Ali Şükrü Bey, Doğu Karadeniz kökenli Ahmet Bey’in oğlu olmasına rağmen, babasının okul yıllarında Kasımpaşa semtinde yerleşmesine istinaden, Kasımpaşalı Ahmet Bey’in oğlu olarak arkadaşları arasında tanınmaktaydı. Bundan dolayıdır ki, Kasımpaşalı Ali Şükrü olarak anılmaktaydı.
Hayatta bazı insanlar vardır ki; inatçılıklarıyla, sabit fikirli olmalarıyla tanınırlar. Bu çeşit insanlar, içinde bulundukları ortamlarda da sorun yaratırlar. Ali Şükrü Bey’de gerçekten inatçı, ve sabit fikirli bir insandı. Askerlik görevi de bir ölçüde benzer bir yaklaşımın sonucunda sona erdirilmiştir. O aşamada, tayin edildiği Nevşehir adlı gambottaki görevine gitmemek için yırtınıp durmuş, bunun için dilekçeler vermiş ve üstleri hakkında ileri geri konuşmalarda bulunmuş ve bunun sonucunda da askeri ceza yasasına göre de cezalar almış ve neticede bir iki yıl içersinde emekli edilmiştir.
İnatçılığını ve yanlış sabit fikirliliğini Atatürk’e karşı özellikle sürdürmüş ve bu çabalarında etkili olabilmek için Meclisteki her ortamı değerlendirmeğe çalışmıştır.
Ali Şükrü, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olduğunda, zaten eski bir bahriye subayı olarak bilinmekteydi. Gerçi onun bahriyeliliğini ve muhalifliğini, çok daha meşhur bir bahriyeli olan ve dönemin Başbakanı bulunan Rauf Orbay şöyle açıklar:
“Denizci olmakla beraber, daha ziyade İstanbuldaki Donanma Cemiyetinin neşriyatında çalışmış ve matbaa sahibi, gazeteci de olan Ali Şükrü bey, Büyük Millet Meclisi açıldığı günden beri her vesile ile yaptığı muhalefetlerle dikkat nazarını çekmiş bir mebustu.” Cumhuriyet döneminde bazı dincilerin, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’e düşman olabilmek için, sürekli belge ve açık aradıkları tarihsel zeminlerde, mola yeri olarak Ali Şükrü hadisesini kendilerine, şifalı su gibi almaya çalıştıkları malumdur. Bu durum, sadece üç beş dincinin tekelindeyken, son yıllar içersinde bazılarınca numaracı cumhuriyetçi olarak nitelenenlerin kaleminin mürekkebine kadar düşmüştür.Dinciliği ve mukadesatçılığı ile tanınan Ali Şükrü’yü, solcu olduğu bilinen bazı kaşarlanmışların savunur hale gelmesi de, Ali Şükrü’nün savunulmasından ziyade, Atatürk’ün ve Osman Ağa’nın eleştirilmesi gerekçesine dayanmaktadır.
Burada elbette ölmüş olan Ali Şükrü Bey’in suçu yoktur.Fakat Ali Şükrü yanlısı olarak hareket edenlerin, günümüzde azılı dönek komünistlerle pek çok ortamda beraber yürümeleri, sizce kimi daha suçlu kılmaktadır? Onu sizler de düşününüz! Biz elbette bu olayı tarihe mal edeceğiz. Arkalarına ABD’yi alıp da, kartelci gazetelerinde numaracıları baş yazar yapanları da deşifre edeceğiz. Acaba onlar hangi dinci guruba yakındır, diye bunları da söyleyeceğiz.Atilla Yayla, Eser Karakaş, Şahin Alpay,Etiyen Mahçupyan ve benzerlerini hangi milli ya da gayri milli ölçülere koyup da gazetelerinde yer verenleri de bağıra bağıra haykıracağız...
Atatürk’ün bu gezisi sürecinde, İsmet Paşa ise daha önceki bir tarihte Lozan’dan döndüğü için Ankara’da beklemektedir. Başbakan Hüseyin Rauf Bey’le ilişkileri olumsuzluğa doğru gitmektedir. Rauf Bey, ayağının altındaki yetkilerin, yavaş yavaş İsmet Paşa sayesinde kaydığırıldığının farkındadır. Hüseyin Rauf Bey, aslında hep başarısızlıkların adamıdır. Mondros Mütarekesini o imzalamıştır. Sultan Osmanı Evvel ve Reşadiye diretnotlarının gemisinin parasını ödeyip, gemiye teslim alamadan ardına bakmadan dönen de odur. Cörçil’in kazığını yiyen ve bu kazığı Türk milletinin hazmetmesine sebep olanlardan birisi de yine odur. Atatürk’ü dinlemeyip, İstanbul’daki son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gidip, İngilizlere gereksiz yere teslim olup, Malta’ya götürülen de o değil midir? Sivas Kongresindeki Mandacılarla ilgili konumu da bellidir. Aynı zamanda Çerkez etnikçiliğini yüreğinde her zaman taşıyan ve Türk Ocaklarından da nefret eden de o olmamış mıdır?Bu konuya şahit olan yazar Falih Rıfkı Atay, şu bilgiyi vermiştir:
“Gücüme giden bir olayı da anlatayım: Bahriye Kurmay Başkanı Rauf Bey’in (Orbay) Cemal Paşa ile arası iyi değildi. Olabilir. Onun yerine Bahriye Nazırlığına geldi.
Cemal Paşa son iktidar günlerinde beni çağırarak:
‘Biliyorsun, bana Adana’dan dilediğim hayır işlerine harcanmak üzere bir hayli para verilmişti. Yirmi bin lirası arttı, İstanbul’a getirdim. Kendi adıma vezne kasasındadır. Fakat benim param değildir.Acaba nereye verebilirim?’ diye sordu.
Türk Ocakları hatırıma geldi Ocağın kimsesiz çocukları okuttuğunu da biliyordum:
‘Çok iyi...Parayı da al götür. Halide Hanımefendiye teslim et. Nereye harcıyacağını o daha iyi bilir. Senedi al, getir’ dedi.
Dediğini yaptım. Halide hanım da pek sevindiydi.
Bir gün beni Bahriye Nazırı Rauf Bey’in istediğini söylediler.
Gittim:
‘Son günlerde vezne kasasından 20.000 lira çekilmiş. Nedir bu?’ dedi.
Hikayeyi anlattım. Paranın Bahriye ile hiçbir ilişiği olmadığını da sözlerime ekledim. Cemal Paşa memleketi bırakırken alıp götürse de hiçbir şey çıkmazdı. Rauf Bey:
‘Ocak mı? Türk Ocağı ha...Ben öyle şey dinlemem. Ya gidip geri alarak getirirsin, yahut Cemal Paşa’yı da, Halide hanımı da, sizi de gazetelere veririm’ dedi.
Parayı geri verdik.”
İşte Rauf Orbay denen adam, yaptıklarıyla bu değil midir?. Sözüm ona “Hamidiye Kahramanı” denilen kişi de odur...
O günlerin İsmet İnönü’sü, yine ağır işiten, gıri kalpaklı, kalpağı kulaklarına kadar inmiş, kısa boylu, daha doğrusu kalpağın içersinde kaybolmaya yüz tutmuş, sözde saf bir insan izlenimi vermeye çalışan, gerçekte kurnaz bir adam olarak etrafta dolaşmaktaydı. Gazi Topal Osman Ağa’da Ankara’daydı. Giresun uşaklarının başındaydı. Vatanı uğrunda sakatladığı ayağındaki bazı rahatsızlıklara rağmen, hayatı akıp gitmekteydi. Ali Şükrü Bey ise kıronik Mustafa Kemal düşmanlığını sürdürmekteydi. Fakat, Mustafa Kemal, Ali Şükrü ve arkadaşlarının çoğu tahriklerini ve purovakasyonlarını genelde görmezden ya da duymazdan gelmeye çalışırdı. Yeterki zafer kazanılsın anlayışını benimsemişti. Üstelik Atatürk, Ali Şükrü’nün kardeşini, Ankara da 10 Temmuz 1920 tarihinde kurulan Bahriye Dayiresinin başına getirmemiş miydi? Bu birim, İstanbul’daki Bahriye Nazırlığının rakibi olarak oluşturulmamış mıydı? Kimdi Ali Şükrü Bey’in kardeşi? O da bir bahriyeli değil miydi? Evet onun adı Şevket Bey’di. Üstelik bu Şevket Bey, Lozan komisyonuna da İsmet Paşa ekibinde görevlendirilmemiş miydi? İsmet Paşalarla İsviçre’ye gitmemiş miydi? Görüşmeler kesildiğinde onlarla birlikte Ankara’ya dönmemiş miydi?Şevket Bey’de, aynı İsmet İnönü gibi o günlerde Anklara’da değil miydi? Yazımıza devam edeceğiz...