Kasım 2008

Ö T E S İ

 

28.03.2024 



Aykırı Bakış

 
Dr. Yusuf Gedikli

Pakistanın Türkiyeleşmesi


Perviz Müşerref, politikalarıyla Ankarada bulunduğunu belli ediyor ve bu durum Pakistanın Türkiyeleştiğini gösteriyor. Türkiye 1950’deki DP iktidarından sonra gittikçe Anglo-Sakson, Yahudi çemberine girmeye başlamış; Süveyş, Filistin, Cezayir meselelerinde batılıları tutmuştu. Müşerref de Afgan savaşında ABD’yi tutmakla kalmadı, İsraille de görüştü.

Humanizmaya ek
Nisan 2006 tarihli gazetemizde yazdığımız bir yazıda yerli humanizmadan, camilerde vaaz devrimine ihtiyaç olduğundan, dinin ahirete hapsedilmesinden bahsetmiş, dünyevileşmek gerektiğini, iktisadi olarak kalkınmayan bir ferdin, toplumun veya devletin sadece laf üreteceğini belirtmiştik.
Yazımız büyük beğeniyle karşılandı. Üç ayrı iş kolunda iş yapan üç arkadaştan müsbet tepkiler aldık. O zamana kadar “dünya fanidir, hatta dünya bir görüntüdür” diyen bazı Eflatuncu arkadaşlar bizi görünce “yahu hocam bugüne değin yanlış düşünmüşüz, dünyayı Eflatunun aynasına benzetip yan gelip yatmışız, fani dünya deyip işin kolayına kaçmışız, artık bundan sonra işi büyütüp istihdam sahası açmaya, aynı zamanda toplumda daha fazla etki ve söz sahibi olmaya çalışacağız” demeye başladılar. Tabii bu bizi sevindirdi. Zira şu ana dek bir çok vatandaşımız “dünya fanidir, iki günlük dünyada ne uğraşacaksın?” gibi hezeyanlarla vakit geçiriyor, yan gelip yatıyordu. Halbuki dünya Amerikalılar için, bir kaç milyon Yahudi için ve Avrupalılar için de fanidir. Onlar da bu dünyaya çivi çakacak değiller ya?!. Ama ne yapıyorlar? Devamlı, sürekli çalışıyorlar. Dünyada daha iyi, daha rahat, müreffeh yaşamaya bakıyor, buluşlarıyla, ilmî çalışmalarıyla, üretimleriyle kendilerini de, ülkelerini de yükseltiyorlar. Öbür taraftan şarklı beşer, bol bol ağız jimnastiği yaparak kendi kendini kandırıyor, tatmin ediyor. Tabii Amerikalılar, Yahudiler, Avrupalılar karşısında zelil duruma düşüyor.
Artık bu şarklı, Eflatuncu görüşlerden vaz geçmemiz gerekiyor. Artık her sahada daha çok çalışıp üretmemiz gerekiyor. Ticaret ve sanayi sahasında da bir an önce atılımlar yaparak büyük işler, şirketler, holdingler, fabrika zincirleri kurmamız gerekiyor. Kastettiğimiz esnaflık değil, esnaflıktan daha ötesi. Yani büyük yerli burjuvazi.
Böyle yaparsak bakın neler olur? Önce kendimizi, sonra ailemizi kurtarırız, sonra akrabalarımızı, yakın çevremizi, komşularımızı kurtarırız. Para kazanıp üretimi arttırdık mı saydığımız bu unsurları istihdam edip kurtardıktan, onlara ekmek verdikten gayrı devlete daha çok vergi veririz; ihracat yapınca ülkemize daha fazla döviz getiririz. Sonuçta hem biz, hem yakın ve uzak çevremiz, hem milletimiz, hem devletimiz kazanır. Yani karşılıklı müsbet etkileşim olur.
Böylece büyük yerli burjuvaziyi de teşkil etmiş oluruz (Artık milli kelimesi de tükendiği için yerli diyoruz). O zaman fert olarak da, camia olarak da, millet olarak da daha iyi bir noktaya geliriz. Her türlü pilana, purojeye, puroğrama finans bulmuş oluruz. Bir sözümüzle borsaya indirir, kaldırırız.
Aynı zamanda çocuklara, çocuklarımıza, ana babamıza, hısım akrabamıza, fakr u zaruret içindekilere mahçup olmayız, kendimize karşı zor duruma düşmeyiz (Bizim en mahçup olduğumuz şeylerden birisi çocuklara ve ihtiyaç sahiplerine bir şey verememektir).
Hulasa artık zihniyetimizi değiştirip hızla pilan puroje, puroğram yapmaya ve çalışmaya başlayalım. İstersek başarırız.

Pakistanın Türkiyeleşmesi
Pakistan dost ve kardeş bir ülkedir. Pakistan milletinin etnojenezinde (soy kökünde) ve tarihinde Türklerin büyük ve unutulmaz katkısı vardır. Resmi dilleri olan Urduca, Türkçe ordu kelimesinden gelir ve Türkçe kelimelerle doludur. Acunda (dünyada) millet ve devlet olarak Türkiye ile Pakistan arasındaki sevgi, saygı duyguları kadar samimi dostluk pek görülmüş değildir. Zaten bu yazıyı kaleme almamızın sebebi de budur. Başka bir devlet bizi bu şekilde ilgilendirmez ki. Acı da olsa Pakistanı sevdiğimiz için yazıyoruz.
Perviz Müşerrefin iş başına gelmesinden sonra Pakistan, gittikçe Amerikan etkisi altına girmeye ve bu durum dost ve kardeş Pakistanın itibarını sarsmaya başladı. Pakistan, Müşerrefin 2001’deki Afganistan savaşında Amerikaya verdiği destekle zaten itibar kaybına uğramıştı.
ABD ordusu 14 ocak 2006 günü Pakistan-Afganistan sınırındaki Damadola köyüne terörist faaliyet olduğu gerekçesiyle füze taarruzu düzenledi. 20 civarında insan hayatını kaybetti. Ölenlerin içinde ABD’lilerin hedef seçtiği Zehravi yoktu.
Mezkür saldırı Pakistana “sen bu işi bilmiyorsun, zaten memleketinden haberin yok, biz hallederiz” demekten başka bir manaya gelmiyor. Yani ABD, Pakistanı hiç kaale almıyor. Benzer davranışlar bizde de pek çok kez uygulanmıştı.
Bush, 2006 nisanında Hindistan ve Pakistanı ziyaret etti. Hindistanla nükleer iş birliği anlaşması imzaladı. Pakistan ise nasihat aldı. Bunun iki sebebi var. ABD hem Çini Hindistanla dengelemek istiyor, hem de Çinle iyi ilişkiler içinde ve Müslüman olduğu için Pakistanı cezalandırıyor ve Rays’ın 26 nisan 2006’daki Ankara ziyaretinde Türkiyeye verdiği “dostuz, müttefikiz, arkanızdayız!” şeklindeki subjektif, havada kalan sözleriyle Pakistanı oyalıyor. Ama siz oyalanmak istiyorsanız, ABD’nin ne suçu var?
Müşerref kendini ve ülkesini böyle nahoş durumlara düşürmenin ötesinde Pakistanı askerî yöntemlerle tam bir faşist diktatör gibi yönetmeye çalışıyor. Belucistanın en etkin lideri olan Navad Ekber Bugtiyi askerlerine öldürtüyor (27 ağustos 2006). Amerikan istihbaratlarını kontrol etmeden terörist kanaatiyle kendi ülkesindeki medreseleri kendi uçaklarına bombalatıyor (30 ekim 2006). Başka bir deyişle Müşerref vatandaşını düşman olarak görüyor, vatandaşına savaş açıyor. Halbuki vatandaş kanun dışı işler yapsa dahi ona karşı savaş hukukunu değil, barış hukukunu uygulamak icap ettiğini anlayamıyor.
Fakat bu tip davranışlar Müşerrefin başına dert açacağa benziyor. Nitekim medresenin bombalanmasından ve sivillerin, yeni yetme talebelerin ölmesinden sonra tepki taarruzu gecikmiyor. 8 kasım 2006’da vuku bulan intihar saldırısında 35 Pakistan askeri öldürülüyor.
Müşerrefin siyaseti Türkiyenin 1950’lerdeki siyasetini anımsatıyor. Müşerref, politikalarıyla Ankarada bulunduğunu belli ediyor ve bu durum Pakistanın Türkiyeleştiğini gösteriyor. Türkiye 1950’deki DP iktidarından sonra gittikçe Anglo-Sakson, Yahudi çemberine girmeye başlamış; Süveyş, Filistin, Cezayir meselelerinde batılıları tutmuştu. Müşerref de Afgan savaşında ABD’yi tutmakla kalmadı, İsraille de görüştü. Her ne kadar zahirde diplomatik münasebet kurmadıysa da, batında kurduğu kesin. Ama bu tür politikalar Türkiyeye nasıl yaramadıysa Pakistana da yaramayacak (Müşerref, Kasım 2006 sonunda da İngiliz başbakanı Blair’i ağırladı).
Türkiyenin itibarı da bilhassa 1957-59 yıllarında dünyada en alt seviyeye inmişti. Çünkü Türkiye; Suriye, Irak, Mısır, Hindistan ve öbür Asya-Afrika ülkeleriyle batı adına takışarak itibarını tüketmişti. Sosyolog Niyazi Berkes 1958-59’da Türk itibarının doğuda sıfıra indiğinden esefle bahseder (N. Berkes, 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz, İstanbul 1997, 2. kitap, 46. s.). Ama hiç olmazsa Türkiye 20 mart 2003’teki Irak savaşında Amerikaya yardımı reddederek itibarını biraz olsun düzeltti. Pakistanda ise aksine düşüş gözleniyor (Şayet Amerikalılara izin verseydik, savaştan sonra Irakta ölen 700 bin kişinin katlinde payımız olacaktı. Ayrıca bize yine zırnık koklatmayacaklardı, zaten 40 kilometre tahdidi koymuşlardı, sadece biraz konuşma hakkımız olacaktı. İstesek şu anda bile Irakta çok rol oynarız. Çünkü ABD Irakta istediğini elde etti, ama aynı zamanda mağlup duruma düştü).
Netice itibariyle gidişat Müşerrefin sonunu iyi göstermiyor. Zira Pakistan halkı Türk halkı gibi boynu eğik, pasif direniş yapan bir halk değil. Aksine aktif direniş yapan bir halk. Müşerrefe yapılan bir çok suikast teşebbüsü ve son intihar saldırısı bunu bir kez daha gösterdi (Hint başbakanı İndira Gandiyi de muhafızları öldürmüştü). Bu sebeple Müşerreften politikalarını gözden geçirmesini, askerî ve faşist yöntemlerle devlet idare edilemeyeceğini anlamasını bekleriz.
Lakin bir şeyi söylemesek, mevzuya objektif bakmamış oluruz. Bütün bunlara rağmen Pakistanın ve aynı zamanda İranın silah sanayisinde ulaştığı aşama ve geliştirdiği silahlar göz kamaştırıyor, insanı imrendiriyor ve hayran bırakıyor. Pakistan nisan 2006 sonunda 2 bin kilometre menzilli bir füzeyi başarıyla denedi. En son 16 kasım 2006’da 1300 kilometrelik yeni bir nükleer füze tecrübesi daha yaptı. Filistinli örgütler ve Iraklı direnişçiler de kendi füzelerini geliştirdiler. Ülkemize bakınca ne kadar zavallı olduğumuzun farkına varıp, “Keşke! Ne zaman?” demekten kendimizi alamıyoruz.

Çeçen davası ve Basayev
Çeçenlerin ünlü komutanlarından Şamil Basayev, 10 temmuz 2006’da İnguşetyada öldürüldü.
Çeçenler 100’den fazla etnik gurubun yaşadığı Rusya Federasyonunda sayısı milyonu aşan dört halktan birisidir. Diğer üçü Türk halklarından olan Tatarlar, Başkurtlar ve Çuvaşlardır.
Çeçen-İnguş cumhuriyetinin yüz ölçümü 19.300 kilometre kare idi. 4 mart 1994’teki anlaşmayla toprakların takriben yüzde 30’u İnguşlara bırakılmıştır. Çeçenlerin 1989’daki sayıları 958.309, İnguşların ise 237.577 idi. Çeçen nüfusu bugün bir milyonu biraz aşar. Çeçenlerle İnguşlar hemen hemen aynıdır. Ufak bir şive farkıyla ayrılırlar.
Çeçenistan 6 eylül 1991’de istiklalini ilan etmiş, 27 ekim 1991’de düzenlenen ilk cumhurbaşkanlığı seçimini yüzde 92 oy alan Cevher (Çahar) Dudayev kazanmıştı.
Çeçenler 31 mart 1992’de Rusya Federasyonu anlaşmasını imzalamayı da reddetmişlerdi.
Bundan sonra Rus kuvvetleriyle çatışmalar başlamış, Çeçenler beklenmedik bir kahramanlıkla Rusları bozguna uğratmışlardı. Yapılan mütarekeyle 2001’de bağımsızlık referandumu düzenlenmesi kararlaştırılmıştı.
Ancak Rusya da boş durmadı. Eşelon sistemi denilen dinleme sistemiyle Dudayevin yerini tesbit edip 1996’da Dudayevi öldürdü (Eşelon sisteminde belirlenen açar kelimeler, yani anahtar kelimelerle aranan kişinin bulunduğu yeri tesbit zor değildir. Apo da bu şekilde tesbit edilmişti). Bu, Çeçenlerin ilk önemli askerî ve siyasi lider kaybıydı. Yerine seçilen Aslan Mashadov 2005 martında, onun yerini alan Zelimhan Yandarbiyev de Katarda Rus ajanları tarafından öldürüldü.
Diğer bir komutan Salman Raduyev. hapishanede öldürtüldü. Son askerî lider Basayevle liste tamamlandı ve böylece Çeçen bağımsızlık hareketi de en azından şimdilik sona erdi.
Basayev efsane bir komutandı. Lakin siyasi yönden basiretsizdi. 2000 senesinde Dağıstana saldırması çocuğun, delinin bile yapmayacağı bir hareketti. Şayet bu hata olmasaydı, Çeçenistan bugün muhtemelen bağımsız bir ülke olacaktı. Hele geçen yılki Beslan baskını… Neyse burada keselim…
Çeçen hareketi demokratik olarak başlamış, zaman zaman terörist metotlarla devam etmişti. Başarılı olunsaydı hukuki olacaktı (Putin 21 temmuz 2006’da açıkladığı terörist örgütler listesinde PKK’ye yer vermedi).
Şimdi artık Çeçenlerin yapması gereken nüfus artışına hız vermek ve ülkelerini entelektüel ve iktisadi yönden kalkındırmaktır. Gerisi ondan sonra düşünülür… (Temmuz ayında yazıldı).
İLAVE : Rusya gibi büyük bir devlete Yandarbiyevi, bir kadın olan Anna Polkovitskaya’yı (9 ekim 2006) ve en son Aleksandr Litvinenko’yu (24 kasım 2006) komünist rejim metotlarıyla öldürtmek hiç ama hiç yakışmıyor.

Bir soğan yazısı
1983 senesinden beri, yani neredeyse çeyrek asırdan beri ağzımda sık sık, uzun süren yaralar meydana gelir ve bunlar beni çok rahatsız eder. Bu derde duçar olanlar bilir; yemek yiyemez, hatta konuşamazsınız bile (Tıp dilinde buna aft diyorlar).
Tabiplere baş vurduğunuzda ağız fuloranızın bozulduğunu, mukavemetsiz, vitaminsiz olduğunuzu söyler; kortizonlu merhemler, mürekkep renkli ilaçlar, ağız gargaraları verirler. Tatbik edersiniz geçmez. Diş fırçanızı kaynatın, değiştirin derler. Hepsini yaparsınız, günde dört, bazen beş kere diş fırçalarsınız ama nafile. Yine sağalmaz.
Bir kaç yıl önce bir taşra kasabasında idim. İlçedeki genç eczacıya durumu anlatıp ilaç istedim. Bana küçük bir şişede bulunan ve fırçayla yaraların üzerine sürülen Pirvaleks isimli bir ilaç verdi. İlaç o kadar etkili oldu ki, yaralar bir sürüşte, anında sağaldı. Ağzımda, dilimde yara olduğunda kullandığım bu ilaç, beni üç dört sene tedavi etti. Nedense bir gün piyasadan kayboldu. Yerine adının ilk hecesi ona benzer bir ilaç geldi ama yeni ilaç pek işe yaramadı.
Yaralarım ise gittikçe sıklaşıyor, daha uzun ve daha ağır oluyordu. Derdime derman ararken aklıma soğan, sarmısak yemek geldi.
Soğanın antiseptik (mikrop kırıcı) etkisinin olduğunu Azerbaycan Sovyet Ansiklopedisinde okumuştum. Sarmısak da antiseptik etkiye sahiptir. Ancak hem yemeye düşkün olmadığımdan, hem de etrafı rahatsız edici kokusu yüzünden bir nice ay öncesine kadar ağzıma soğan koymamıştım.
Nihayet soğanın antiseptik etkisini göz önüne alarak bazen her akşam, bazen iki akşamda bir, hane halkının şikâyetine rağmen küçük veya orta boy bir soğan yemeye başladım. Ve inanmazsınız, ağız yaralarım bıçakla kesilir gibi derhal yok oldu. Hayret etmekle beraber o kadar sevindim ki anlatamam! Hemen benim gibi olan arkadaşlarımı arayarak aynı şeyi salık verdim.
Soğan (bilimsel adı Allium cepa), sarmısak (bilimsel adı Allium sativa), pırasa (bilimsel adı Allium porrum) zambakgiller familyasından birbirine akraba ve tat bakımından birbirine benzer üç sebzedir.
Soğan ezelden beri insanların temel gıda maddelerinden biridir. Hatta Alman bilgini V. Hehn, kavimleri “soğan seven, soğan sevmeyen” diye ikiye ayırır. Türkler soğan, sarmısak, pırasa seven milletler içerisinde yer alır. Kaşgarlı Mahmudun Divanında soğan çeşitlerinin fazlalığı bunu gösterir. Tuğrul Bey (galiba Rey şehrinde) kendisine sunulan yemeği yedikten sonra “yahşı tutmaçtır ama sarmısağı yok” demişti. Moğolların Altan Topçi isimli tarihinde anlatıldığına nazaran Cengiz Hanın annesi, oğlunu manggir (Allium nutans) denilen yaban soğanıyla beslemişti. Türk ülkelerinde soğanın hemen her çeşidi vardı (Bu hususta Bahaeddin Ögelin Türk Kültür Tarihine Giriş isimli eserinin ikinci cildinin 249. sayfasını ve devamını okuyunuz).
Soğan Kırmançların da temel besin maddelerinden biridir. Rivayet şoldur (şöyledir) ki, Kırmancın biri dağda ölmüş. Cesedini bulan başka bir Kırmanç, “Niye öldü ki? Yanında soğanı da, ekmeği de vardı” diye hayıflanmış.
Arnavut da doyup sofradan kalkınca “ye, ye” diye ısrar etmişler. “O kadar doydum ki! Daha soğan, pırasa bile olsa yemem” demiş.
Lokman Hekim vaktiyle bir köyün yanından geçerken sarmısak tarlası görünce “Bu köye uğramayalım, burada hasta olmaz” demiş. (89 yaşındaki Hamdi Tanrıverdi’den).
Soğan, sarmısak, pırasa bol bol yenmesi gereken sebzelerdir. Soğanı (ve tabii sarmısak ve pırasayı) yedikten sonra bir saat dişleri fırçalamamak lazım ki, tesiri uzun sürsün.
Lakin üçünün de fena kokulu olduğu ve bu yüzden etrafı rahatsız ettiği bir gerçektir. Bu yüzden bunları akşamları yemek, yedikten sonra karanfil ve aromalı çikletler çiğnemek icap eder. Ancak bu şekilde sabaha bir şey kalmaz ve çevre rahatsız olmaz.
Bahsimize son verirken ceviz hususunda da bir kaç laf edeyim. Hekimler cevizin kolesterol (damar yağlanması, kireçlenmesi, kalınlaşması)’a iyi geldiğini bildiriyor ve her gün iki ceviz tavsiye ediyor. Fakat ceviz kalbe de çok iyi geliyor. Mesela bende artık müzminleşen uykuda kalp çarpıntısı (tıptaki adı ventriküler taşikardi), ceviz yediğim zamanlar azalıyor, hatta yok oluyor. Demek ki ceviz kalp atışlarını düzene sokuyor. Keşke şimdi bir kimyager olsaydım da cevizden kalp atışlarını tanzim edecek, zambakgillerden ağız yaralarına deva olacak ilaçlar keşfetseydim.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam 6207 defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002