İnsan yaşamının daha sağlıklı daha emniyetli ve daha üretken olmasını sağlayan kimya sanayi, bugün 2,15 trilyon dolar cirosu ile dünyanın ikinci büyük endüstrisini oluşturmaktadır. 900 Milyon doların üzerinde ihracatı ile dünyanın en büyük ihracatçısı konumundadır. Dünyada en fazla Ar-Ge yapılan endüstrilerinden biri olmasıyla, ABD’de alınan 8 patentten birine sahip olmasıyla ve bilim adamı sayısında en büyük paya sahip olmasıyla yenilikçi bir sektördür.
Kimya sanayinde yılda küresel olarak yaklaşık 118 milyar dolar tutarında yatırım yapılmaktadır. Bu 2,15 Trilyon dolar cironun yüzde 26’sını Kuzey Amerika, yüzde 32’sini Batı Avrupa, yüzde 19’unu Japonya hariç Asya, yüzde 10’unu Japonya, yüzde 5’ini Latin Amerika, yüzde 4’ünü Doğu ve Orta Avrupa kalan yüzde 4’ünü ise Afrika ve Ortadoğu oluşturmaktadır. Bundan 60 yıl önce ekonomilerin çok önemsiz parçası olan bu endüstri 21. yüzyılın en önemli endüstrilerinden birisi haline gelmiştir.
Türkiye kimya sanayi incelendiğinde, sektörün henüz modern bir sanayi yapısından uzak olduğu, kimya tesislerinin üretim kapasitelerinin dünya ölçeklerinin gerisinde kaldığı görülmektedir. Kimya sektörü birçok sanayi dalına girdi sağlayan lokomotif sektör olma özelliğinden dolayı, Türkiye ekonomisinin geleceği açısından önem taşımaktadır. Türkiye’nin dünya kimyasal madde üretimi içindeki payı yaklaşık binde beş mertebesindedir. Sektörün toplam üretimi, petrol ürünleri ve plastikler hariç 10–11 Milyar $ civarındadır. Türkiye’de ilaç dâhil olmak üzere kimyasal ürünler üretiminin, yaklaşık yüzde 84’ü özel sektör tarafından karşılanmaktadır. Kimya Sanayinin ilaç hariç yüzde 80’ini ara ürün üretimi oluşturmaktadır. Bu nedenle diğer sektörlerdeki gelişmeler kimya sektörünü doğrudan etkilemekte ve kimya sanayindeki üretim, ithalat ve yurtiçi talep ekonomideki ve sanayideki büyümeye paralel olarak gelişme göstermektedir.
21. Yüzyıla hızla girerken, sürdürülebilir gelişmenin, iklim değişikliğinin, kimyasallarla ilgili yasal düzenlemelerin, hidrokarbonların ve enerjinin dinamik yapısının ve teknolojinin sürekli bir biçimde geliştirilmesinin değişimin ve rekabet edebilmenin başlıca tetikleyicileri olmaları beklenmektedir.
Sürdürülebilir kalkınma, ilk önce “gelecek kuşakların ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan bu günkü kuşakların ihtiyaçlarının karşılanması” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanım daha sonra “ bir yandan üretim faaliyetlerinin çevreye etkilerini en aza indirirken diğer yandan da bu üretimin sosyal ve ekonomik katkılarının maksimize edilmesi” şeklinde değiştirilmiştir. Değişimi tetikleyen ikinci olgu da iklim değişikliğidir. İklim değişikliği ekonominin bütün parçalarını derinden etkileyen modern yaşamın bir gerçeğidir. Sera gazları emisyonları sonucu oluşan iklim değişikliği konusunu sürdürülebilir kalkınma ile bütünleşmiş halde ele alınması gereklidir. Kimya biliminin risk fayda oranları tam olarak anlaşılamadığından bu değişimin üçüncü tetikleyicisi olan kimyasallarla ilgili yasal düzenlemeler büyük önem taşımaktadır. Avrupa Birliği halen kimyasallarla ilgili mevcut yasal düzenlemeleri gözden geçirmekte ve Kanada ile birlikte Kimyasal Politikasında lider olma yolunda ilerlemektedir. ABD ve Japonya kavramsal aşamada bulunmakta diğer ülkelerde henüz herhangi bir faaliyet göze çarpmamaktadır.
Değişimin ve gelişimin dördüncü tetikleyicisi ise hidrokarbonlar ve enerjinin dinamik yapısıdır. Dünyanın kısıtlı ham petrol rezervlerinin etkin bir biçimde kullanılması gerekmektedir. Bu gün ham petrol fiyatları yeni ham petrol rezervleri bulunmasına ve bu alanda teknolojik gelişme sağlanmasına yetecek kadar yüksek bulunmaktadır. Bu yüksek fiyatlar hem orta doğudan kesintisiz bir ham petrol tedarik edilmesine olanak sağlamakta hem de bölgede politik denge sağlanmasına destek olmaktadır. Değişimin ve gelişimin beşinci ve en önemli tetikleyicisi teknolojinin sürekli bir biçimde geliştirilmesidir. 21. Yüzyıl’da teknoloji her zaman değişimin ana tetikleyicisi olmuştur. İnsanoğlunun yaratıcılığının ve zekâsının hızı bizi sürekli şaşırtmaktadır. Diğer bir deyişle bu değişim bizi yeni teknoloji kavramlarının dışına değil içine doğru sürüklemektedir. Bütün bu gelişmeler, araştırma-geliştirme faaliyetlerinin çok yoğun olduğu, teknolojilerin hızla demode olabildiği ve fabrika kuruluş kapasitelerinin durmadan yükseldiği petrokimya sanayi dalında bulunan şirketleri, teknolojiyi ve piyasadaki gelişmeleri sürekli izleyerek, kendilerini güncel tutmaya, sürekli yatırım yapmaya ve durmadan değişen bir rekabet ortamında yaşamaya zorlamaktadır. Piyasa koşullarına uygun hareket edemeyen, teknolojik yenilikleri zamanında yapılacak yatırımlarla bünyesine taşıyamayan şirketler, küçülmek ve hatta yok olmak zorunda kalmaktadırlar.
Küreselleşmenin çok önemli bir gerçek olarak ortaya çıktığı günümüzde, üretimin yeri tamamen rekabet üstünlüğü sağlayacak; hammadde avantajı, Pazar büyüklüğü ve teknoloji gibi unsurları birlikte değerlendirerek belirlenmektedir. Nitekim petrokimya sanayinin yapısı son yıllarda ciddi bir değişiklik yaşamakta olup yeni yatırımlar stratejik üstünlükleri nedeniyle hidrokarbon zengini bölgelerle, pazarın çok cazip ve büyük olduğu Orta Doğu ve Çin başta olmak üzere Uzak Doğu’ya kaymaktadır. Küreselleşmenin getirdiği diğer bir olgu da kimyasal organize sanayi bölgelerinin (Chemical Investment Sites) kurulmasıdır. Bu gün dünyada birçok bölgede yapılan kimya yatırımları kurulan bu organize sanayi bölgelerinde gerçekleştirilmektedir. Bu bölgeler, özellikle kuruluşlar arasında güçlü bir ağ yapının oluşmasını sağlamakta dolayısıyla sanayi bölgesindeki öğrenme sürecini hızlandırmakta; en önemlisiyse yenilik yaratma potansiyelini artırmaktadır. Bundan başka, Tedarik Zinciri’nde yer alan tarafları birbirine yakınlaştırarak verimlilik artışını sağlamakta; “Üçlü Sorumluluk” çerçevesinde özetlenen çevre-sağlık-güvenlik alanındaki önlemlerin üretici tarafından ekonomik bir şekilde alınmasını kolaylaştırmaktadır.