Ramazan ayı boyunca Emin Işık, Hasan Kamil Yılmaz ve Ulvi Alacakaptan üçlüsü TRT’de yaptıkları sohbetlerle gönülleri fethettiler. Özellikle Emin Işık Hoca’nın tecrübesi ve diğer katılımcıların da ona uyum sağlaması neticesinde kültürümüzün herkesin anlayabileceği bir dil ve üslupla televizyona yansıtıldığına şahit olduk. Milletimizin hayat tarzında yer bulan, şimdilerde herkesin kolaylıkla göremediği ve mahiyetini anlayamadığı incelikler onların aktarışıyla seyredenlerin hafızalarına kazındı.
Emin Işık Hoca’nın yılların birikimiyle, iletişim ustalığıyla ve aydın merakıyla sahip olduğu bütünü kucaklayan bakış açısı dini bilgiyi, sosyolojiyi, edebiyatı, tarihi, kültür tarihini, musikiyi çok güzel harmanladı. Ahmet Hikmet Müftüoğlu “Çağlayanlar” kitabındaki hikâyelerinden birinde, “Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, müfit bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tab etmek için sabır ve merak ister” diyordu. Bizler Emin Işık’ın şahsında, sabır ve merakla Türkiye’nin birikimiyle ilişki kuran, kültür zenginliklerimizin izini süren hakiki bir aydın tavrını müşahede ettik. Programa katılarak onların sohbet halkasına dâhil olan misafirler ağız birliği etmişçesine sohbet ve muhabbet geleneğimize olan hasretlerini dile getirdiler. Emin Işık ve Hasan Kamil Yılmaz’ın konuları ele alış ve anlatım tarzları televizyon ekranlarında çok nadir görülen bir sıcaklığı, samimiyeti ve orijinaliteyi yansıtıyordu. Bunlar ihtiyacımız olan aydın tipinin vazgeçilmez özellikleridir.
BİLMEK ve ANLATABİLMEK...
Bir ay boyunca televizyondan evlerimize uzanan sohbet halkasının sıcaklığı Türkiye geneline yayılırsa işte o zaman geleceğe ümitle bakabiliriz. Türkiye’de ne kadar anlaşılmaz yazarsam/konuşursam o kadar saygı görürüm diye düşünen ve topluma bir şey verip veremediğini hiç düşünmeyen bir aydın kalabalığı mevcut olduğu için derinlikle sadeliğin ustaca birleştirildiği bu program bağrımıza su serpti ve bize bir mukayese ölçüsü olarak Erol Güngör’ün şu sözlerini hatırlattı: “Bir vilayete İstanbul’dan bir vali geldiği zaman ilk 10-15 gün içerisinde oranın halkından, yerlilerden kendi etrafında gayet kuvvetli bir kültür çevresi topluyordu ve bunlarla birlikte orası için gerçekten bir meşale hizmeti görebiliyordu. Şimdi Anadolu’nun çeşitli kasabalarında yüzlerce mühendisimiz, kimyagerimiz şu veya bu teknik sahasında yetişmiş gayet iyi insanlarımız vardır ama bu şekilde kültür çevresi meydana getirebilecek insanlarımız çok azdır, yok denecek kadar azdır.” Bu mütevazı sahur programı Erol Güngör’ün yetişmiş insan kaynağımızdan beklediği hizmeti örneklemesi bakımından da çok önemliydi. Emin Işık’ın da yakın dostu olan rahmetli Erol Güngör yukarıda okuyucuya örnek gösterdiği aydın karakterini Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü için bulunduğu Konya şehrinde bizzat yaşamıştır. Üniversitenin büyümesi için Konya halkını seferber eden Erol Güngör düzenlediği konferanslarla ve oluşturduğu sohbet ortamlarıyla sosyal muhit kurucu aydın vasfını sonuna kadar hak etmiştir. Rektörüyle, profesörüyle yazarıyla, aydınımızın alması gereken tavır, sergilemesi gereken üslup budur.
KÜLTÜR ATMOSFERİ OLUŞTURMAK…
Aydınlara düşen en önemli görev bildiklerini merak edenlerle paylaşmak ve günlüğe yenilmeden bulundukları her yerde kültür atmosferi oluşturmaktır. Geçmişte Küllük, Acem’in Kahvesi ve Marmara Kıraathanesi gibi mekânlar bu ihtiyaca cevap vermiştir. Özellikle Mehmet Niyazi’nin “Dâhiler ve Deliler” romanını hasrettiği Marmara Kıraathanesi, büyük zorluklar içindeyken taşın altına elini koyan, tahmin edilemeyecek fedakârlıklar gösteren ve edebini her zaman muhafaza eden karakterleriyle bizlere örnek teşkil etmektedir. Orada, sadece profesörlerin ve yazarların değil, hiç beklemediğiniz insanların hiç beklemediğiniz konularda bilgi sahibi olduğunu görünce oranın farklılığını ve bütün sıkıntılara rağmen onları birleştiren manevi gücü daha iyi anlıyorsunuz. Böyle sohbet ortamları medeniyet krizi yüzünden toplumun genelleşemeyen fikirlerini derinlik hassasiyeti taşıyan insanlar tarafından canlı tutulması bakımından çok önemlidir. Herşeye rağmen Türkiye’de yerlilik hassasiyeti taşıyanların sayısı artıyor ve bu çerçevede şahsi gayretlerin müesseseleşmesi yavaş yavaş gerçekleşiyor. Bu ülkenin ve bu toplumun meselelerine kafa yoranların gelişmesi ve daha etkin hale gelmesi için kurumlaşma ve kökleşme, fikir üretiminde ve yayıncılıkta devamlılık şarttır. Şimdi bir yanda sadece okul bitirip diploma sahibi olan, düşünce gücünü geliştirmek yerine kendisine verilenle yetinen okumuşlar; diğer yanda ise dünya görüşü olan ve bir kimliğe adiyet bilinci taşıyan ve her şeyi kendine has değer ölçüleriyle yaşamaya çalışanların varlığı söz konusudur. Türkiye’nin geleceği, fikir namına bütün birikimi sloganlardan ibaret olan ve sadece kendi maddi varlığının kaygısını taşıyan boşvermişlerle, tek gayesi tekrar mazide olduğu gibi kendi ayakları üstünde duran bir milletin ve medeniyetin mensubu olmak olanların mücadelesine bağlıdır.