Kudüs’ün MÖ 1049’da Hz. Davut tarafından alınıp başkent ilan edilmesinden sonra önemi artmaya başlar. Süleyman mescidinin inşasından sonra ise bölgenin en önemli şehri haline gelir. Daha sonra sırasıyla MÖ 586–332 arasında Perslerin, MÖ 332–63 arası Büyük İskender’in, MÖ 63-MS 330 arası Roma, MS 330–636 arası Bizans hâkimiyeti altında girer.
Nihayet 636’da Hz. Ömer, Yermük savaşını kazanarak Bizans hâkimiyetine son verir ve böylece Kudüs’de İslam hâkimiyeti başlar ve 1099’a kadar devam eder. Hz. Ömer Kudüs’e girer ve Patrik Seferyanus’tan anahtarı teslim alır. Patrik Hz. Ömer’e Kıyam kilisesinde ibadetini yapabileceğini söylemesine rağmen o kabul etmez ve kiliselerinde ibadetlerine devam etmelerini söyler. Sonra Kıyam kilisesinin karşısındaki alanda namazını kılar. Bu gün o alanda Hz. Ömer mescidi bulunmaktadır. Daha sonra da meşhur Ömer belgesini yayınlayarak herkesin dininde serbest olduğunu, kimseye zorlama yapılamayacağını deklere eder. İşte İslam hoşgörüsü budur. Dinde zorlama yoktur.
1099’da Haçlı orduları Kudüs’ü işgal eder ve şehirde akla hayale gelmeyecek bir katliam gerçekleştirirler. Nerdeyse halkın tamamını kılıçtan geçirirler. İşte haçlı zihniyeti de budur. 1099’da haçlı zihniyeti ne ise bu gün de odur. Bu haçlı zihniyeti 1099’da Kudüs’de yaptığı katliamın aynısını 15. yüzyılda İspanya’da Araplara ve Yahudilere, 19. yüzyılda Balkanlarda Türklere ve diğer Müslümanlara, daha sonra Kıbrıs’ta Türklere, 20. yüzyıl sonlarında yine Balkanlarda Türk-Boşnak ve diğer Müslüman milletlere, daha sonra da Afganistan ve Irak’ta Müslüman Arap ve Türk unsurlara ve nihayet Filistin’de Yahudiler, Müslümanlara yapmaktadırlar. Ama bir gün hesap dönecek ve bu yaptıklarının karşılığını alacaklardır. Çünkü Yüce Allah mazlumun yanındadır.
1187’de Selahaddin Eyyubi tarafından feth edilen Kudüs, daha sonra Memlükler ve nihayet Osmanlıların eline geçer. Kudüs ve etrafında Osmanlılarla 1517 de başlayan Türk hakimiyeti 1918 yılına kadar aralıksız 400 yıl sürer. Özellikle Osmanlı dönemi Kudüs’ün en muhteşem dönemidir. Büyük Hakan Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de alınan Kudüs’e aslında ilk giren Türk komutan Atsız beydir ve 1070 ile 1076’da iki kez şehri ele geçirmiştir. 1536–1542 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kudüs’ün etrafındaki 4 km uzunluğunda ve 20 m yüksekliğindeki Surlar yeniden yapılmıştır. Kudüs’un yedi kapısı vardır ve bunların en muhteşemi Şam kapısıdır ve bu Kanuni eseridir. Şehrin her yerinde Osmanlının mührünü görmek mümkündür. Bu konuya ileriki bölümde döneğiz. Osmanlı 5.116 şehit vererek Filistin topraklarını 1917 sonlarında terk eder. Bundan sonra Filistin’in ve Kudüs’ün acı günleri başlar. 1948’e kadar İngiliz hâkimiyetinde geçen zamanın ardından İsrail kurulur ve acılar daha da katlanarak devam eder. Ondan sonrası ise hepimiz için malum olduğundan dolayı tarihçeyi burada noktalayalım ve Kudüs’ü gezmeye başlayalım.
Öğleden sonra önce sur dışında panoramik bir gezi yapıyor ve Kanuni Sultan Süleyman’ın onardığı ve hâlâ ihtişamından hiç bir şey kaybetmeyen Kudüs Antik kentinin surları etrafından dolanarak Emevi sarayının altında arabadan iniyoruz. Aslında Kudüs Süleymanlar kentidir. Yani Kudüs’ün ilk imarı Hz. Süleyman döneminde, ikinci imarı ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde olmuştur. Bu sebeple Kudüs’teki Osmanlı eserlerinin çoğu Kanuni dönemine aittir. Önce Harem sınırı dışında Emevi sarayını geziyor ve oradan Zeytin dağını ve Cemal Paşanın 4. Ordu Karargâhını izliyoruz. Sur içine Davut kapısından girerek Davut Peygamberin kabrini ziyaret ediyoruz. Orada Hz. İsa’nın 12 havarisi ile son akşam yemeğini yediği kiliseyi ziyaret ediyor ve Kudüs’ün harika mimarisinin şaşkınlığı içinde ara sokaklarda yol alıyoruz. Dünyada gördüğüm en güzel ve etkileyici taş mimari örneklerinden birisi burada. Sokak aralarında Filistinli kadınların sebze ve diğer ürünleri sattıklarını görüyoruz. Ancak çok canlılık olduğunu söylemek mümkün değil.
Sur içindeki gezimize Hıristiyanlar için çok kutsal olan Kıyam kilisesi ile devam ediyoruz. Bu kilisenin önemi Hıristiyan inancına göre Hz. İsa’nın çarmıhtan çıkarıldığı ve yıkandığı kilise olmasıdır. Bu kilisenin hemen karşısında Hz. Ömer camisini ziyaret ediyoruz ve ikindi namazını kılıyoruz. Oradan Kudüs kentinin büyüleyici güzellikteki çarşılarına dalıyoruz ve dolaşırken gözümüze Haseki Sultan külliyesi takılıyor. Onu hemen çekiyoruz ve dar sokaklardan ilerleyerek Ağlama duvarına yani Yahudiler için en kutsal olan bölgeye geliyoruz. Bu duvar aslında Mescid-i Aksa’nın dış duvarıdır. Hz. Süleyman mabedidir. Yerden yaklaşık 19 metre yükseklikte, aşağıya doğru ise 14 metre derinliktedir. Yahudiler ağlama duvarında kadın-erkek ayrı yerlerde ibadet ediyorlar.
Hareme giriyor ve Aksa camisinde akşam ve yatsı namazını kılıyoruz. Cemaat çok olmasa da 4–5 saf olabiliyor. Hareme girerken önce İsrail askerleri tarafından sorgulanıyoruz. Çünkü Harem’in dış güvenliği İsrail asker ve polisi tarafından sağlanıyor. Bunu güvenlik için yaptıklarını söylüyorlar. Bir diğer güvenlik elemanları da Mescid-i Aksa Vakfının üyeleri. Bunlar da gayrimüslimlerin girmesini engelleyerek tatsız olayların olmasını önlüyorlar. Kubbetüs Sahra ve Aksa camisi gece görüntüleri çok etkileyici. Harem sahası içinde Kanuni sebilini çekiyoruz. Bu sebil Aksa camisi ile Kubbettüs Sahra arasındadır. Kubbetüs Sahranın dış cephe çinileri ve üzerindeki Yasin suresi de 2. Abdülhamid dönemine aittir. Haremdeki bir diğer Osmanlı eseri ise Kasım Paşa sebilidir. Bu sebil Kanuni’nin Kudüs valisi Kasım Paşa tarafından yaptırılmıştır. Harem sahası dışında da çeşitli Osmanlı çeşme ve eserlerine sıkça rastlıyorsunuz. Kısacası Türk mührü Kudüs’ün her alanında mevcuttur. Ancak Kudüs sınırları içinde aynen Mekke ve Medine’de olduğu gibi Osmanlı dönemine ait içinde cami de içeren çok büyük bir külliye yoktur. Bunun sebebi bu kutsal yerlerin ihtişamını gölgelememek zihniyetidir. Oysa İsrail’in diğer kentlerinde Yafa’da Mahmudiye külliyesi ve Hayfa’da Cezzar Ahmet Paşa külliyeleri tüm ihtişamları ile yıllara meydan okumaktadırlar.
Kudüs’ün kalbinin kalbi Kubbetüs Sahra’dır. Mescid-i Aksa tam orta yerinde bulunan bu mescidin kubbesi altın kaplamadır. Bu altın varakın altında ise muallak taşı bulunmaktadır. Bu taş görünüm olarak sanki boşlukta duruyor hissi verdiği için böyle isimlendirilmiştir. Peygamber Efendimiz bu taşın üstünden Mirac’a yükselmiş ve bir rivayete göre bu taşın altındaki mağarada, bir başka rivayete göre mescidin girişindeki sağ taraftaa kendisinden önce gelmiş tüm Peygamberlere Mirac’dan önce namaz kıldırmıştır. Burada daha çok hanımlar namaz kılmaktadır. İç ve dış mimari tarzı ve işlemeleri çok güzel. İç işleme sanatı açısından dünyadaki en güzel mescit olarak bilinmektedir.
Muallak taşının üstünde kubbe kısmında kurşun izleri bulunmaktadır. Bunlar fanatik Yahudilerin daha önce yaptıkları silahlı baskından kalma izlerdir. Aynı şekilde Aksa camisinde de baskından kullanılan mermilerin boş kovanları sergilenmektedir. Kudüs’e gideceklere Aksa camisinde bir sabah namazından sonra Haremden Zeytin dağını seyretmelerini ve oradan yürüyerek Hebron vadisinden Zeytin dağına çıkmalarını ve Mescid-i Aksa’yı gün doğarken dakika dakika izlemelerini tavsiye ediyorum. Bu kadar duygu dolu ve güzel manzarayı Mekke ve Medine dışında dünyanın hiç bir yerinde bulamayacaklarından eminim. Seyrederken gelmiş geçmiş tüm peygamberleri, İslam dininin doğuşunu, Mirac hadisesini, bu kutsal topraklar için şehit düşenleri, hasseten Mehmetçikleri düşünmelerini ve bol bol dua etmelerini diliyorum.
Burada Hebron (Kıyamet) vadisinden de bahsetmek istiyorum. Bu vadi Zeytin dağı ile Mescid-i Aksa arasındaki vadidir. Vadinin Zeytin dağına bakan yamacında Milletler kilisesi, kilisenin etrafında Hz. İsa’nın altında dinlendiğine inanılan kutsal zeytinlik, üstünde Rus Ortodoks kilisesi ve bitişiğinden başlayıp Zeytin dağına kadar çıkan Yahudi mezarlığı uzanır. Yahudi inancına göre bu bölgeye gömülmek çok kutsaldır. Bunun sebebi ise kıyametin buradan kopmaya başlayacağı ve ilk haşr olayının da burada gerçekleşeceğine inanmalarıdır. Bu sebeple burada bir mezar yerinin ücreti binlerce dolara kadar çıkabiliyor. Mescid-i Aksa’ya bitişik olan kısım ise Müslümanların mezarlığıdır. Şimdi bu mezarlığa Kanuni surlarının bitişiğine Türk şehitliği yapılma pilanı var. Bundan daha ilerde bahsedeceğim.
Şimdi de Beytüllahim şehrini gezelim. Burası da İsrail tarafında utanç duvarları ile çevrilmiş durumda. Daha çok Hıristiyan Filistinlilerin yaşadığı bir yer. Buranın bir diğer özelliği Hz. İsa’nın doğduğu mağaranın burada oluşu. Şehrin eski mimari yapısı aynen Kudüs’de olduğu gibi korunmuş. Yeni yapıların mimarisi eskilerin aynısı. Yıllardır savaş olmasına rağmen mimaride bir bozulma olmayışı çok ilginç. Oysa biz eski mimari yapıyı bulok apartmanlar ve biraz da para uğruna yok ettik.
Şehir içinde kısa bir tur attıktan sonra Hz. İsa’nın doğduğu mağara üzerine yapılan kiliseyi ziyaret ediyoruz. Kiliseye küçük bir kapıdan ancak başınızı eğerek girebiliyorsunuz. Bu kilisenin kapısı dikkatli bakınca da belli olduğu gibi çok yüksek ve geniş imiş. Burayı ziyarete gelen eski soylular ve kırallar atlarından inmeden kilisenin içine girerlermiş. Bu hareketi dini mekânlar için uygun bulmayan Osmanlı, kapıyı küçülterek bu hale getirmiş. Böylece kiliseye herkes başını eğerek girmek durumunda kalmıştır. İşte Türklerin emri altındaki insanlara ve onların dinî inanışlarına saygısının en yüksek mertebesidir bu. Bu nedenle Osmanlı Ortadoğu’yu, Balkanlar ve Kafkasları yüzyıllarca huzur içinde tutabilmiştır. Kilisenin çıkışında sağ tarafta boş bir alanın girişindeki tabelada Türk Şehitliği diye bir ibare bulunmasına rağmen bunu tam aydınlatamadık. İnşallah Kudüs baş konsolosu Ercan Özer bu konuya da araştırır. Çünkü Özer bey daha önce Ürdün Büyükelçiliği görevinde 84 Osmanlı eserini insanlığın kullanımına kazandırmış üstün kabiliyetli, çalışkan ve vatansever bir diplomatımızdır. İsrail’de de aynen Ürdün’de olduğu gibi çalışmalar yapmaktadır. Kudüs’de Türk bayrağının dalgalanacağı bir şehitlik oluşturmaya çalışmaktadır. Bu çalışmalarında kendisine başarılar diliyorum ve Türk Dışişleri görevinde bulunan büyükelçilerin hepsinin bu şekilde davranması gereği üzerinde vurgu yapıyorum.
İsrail’deki gezimizin son durağı meşhur Eriha şehri oldu. Şehrin tarihi 10 bin yıl kadar eskiye gitmekdedir. Deniz seviyesinde 420 metre aşağıda olan şehir, Filistin bölgesi içinde kalmaktadır. Kudüs’den hareketimizden sonra devamlı irtifa kaybediyoruz. Gittikçe sıcaklık artıyor. Bir süre ilerledikten sonra bir tepenin üzerinde çok güzel bir kervansaray görüyoruz. Dr. Haluk Dursun bunun Nebi Musa tepesinde bir Osmanlı kervansarayı olduğunu ve içinde de Hz. Musa’nın kabrinin bulunduğunu söylüyor. Kervansarayı ziyaret ediyor ve dualar okuyoruz. Bir süre dinleniyoruz. Kervansaray resminden de göründüğü gibi bir tepede kurulmuş. Suyu akıyor ve çok güzel dizayn edilmiş. Burada yine Türk milletinin engin hoşgörüsü ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Artık bu ulvi millete mensup olmaktan ne kadar övünseniz azdır. Türk milleti insanlığa hizmet için yaratılmış, Peygamber Efendimizin methine mazhar olmuş yüce bir millettir. Burada da olduğu gibi sadece İslamiyet’le ilgili kutsal yerleri değil, Hıristiyanlar ve Yahudilerle ilgili kutsal yerleri de ihya etmiş büyük bir millettir. Bu millete kötülük edenler er ya da geç belalarını bulacaktır. Bundan emin olunuz.
Kervansaraydan hüzünle ayrılarak Eriha’ya yani Ölüdeniz’e doğru yola devam ediyoruz. Nihayet varıyoruz. Filistin polisi tarafından kısa bir sorgulamadan sonra şehre giriyoruz. Filistin şehirlerinin hemen hemen hepsi aynı. Fakir ve bakımsız bir görünümde. Oysa İsrail şehirleri çok bakımlı. Yol boyu giderken Yaser Arafat’ın evinin önünde biraz duruyoruz. Evinin bahçesinde küçük bir kilise görüyoruz. Bu karısı için yaptırılmış. Çünkü karısı Hıristiyan idi. Eriha’da çok zengin ve verimli toprakların varlığı bizi sevindiriyor. Bol meyve ve hurma yiyoruz. Çünkü burası meyve sebze cenneti. Kısa bir şehir içi gezintisinden sonra meşhur Lut gölü kenarına geçiyor ve bir süre dinleniyoruz. Gölü seyrederken doğru yoldan sapan Hz. Lut’un kavminin nasıl helak olduğunu düşünüyoruz ve yoldan sapanların doğru yolu bulmaları için Yüce Allah’tan yardım diliyoruz.
Kudüs, Yafa, Elhalil, Beytüllahim ve Eriha. Dünkü Filistin toprakları. Bugün ise İsrail devletinin işgali altında. İslam dini ve Müslümanlar için asla vazgeçilmeyecek topraklar. Yahudiler ve Hıristiyanlar için de önemli merkezler. Yani bu topraklarda herkesin huzur içinde yaşaması gerekiyor. Bunu tarihte başaran milletlerden biri Osmanlı idi. Kudüs ziyareti sırasında dışişleri bakanımız Abdullah Gül’e bir Filistinli “bizi kurtarın!” diye bağırıyordu. Bunu tüm dünya duydu. Kudüs’ün tapusu da hâlâ bizde olduğuna göre demek ki bu toprakları emanet verdik. Ancak bugünkü idareciler emanete hıyanet içindeler. Kudüs’ün tarihçesinde gördüğünüz gibi bu topraklar bir çok milletin eline geçti. Ancak en fazla Türklerde kaldı. Gelecek mutlaka hayırlara gebedir. Mevla ne eylerse güzel eyler. Bekleyelim ve görelim.
İsrail yazımızın sonuna geldik. Kuzey İsrail kısmından bahsedemedik. Çünkü o bölgeye gidemedik. Özellikle Hayfa’yı görmek, Cezzar Ahmet Paşa külliyesi ve oradaki diğer Osmanlı eserlerini çekmek için bir başka seyahate ihtiyaç olacak. Bu yazımızda da Ortadoğu coğrafyasının bu güzide bölgesinde ecdadımızın yani Osmanlının 400 yıl farklı dinleri ve milliyetleri barış içinde yaşattığını, milyonlarca Osmanlı altınını bu bölgelerin imarı için harcadığını, bu kutsal topraklar için binlerce şehit verdiğini bir kez daha gördünüz. Dünya barış için ve İslam ülkeleri ise kurtuluş için bir ışık bekliyor. Bu ışık Türk milletidir. Türk milletinin milli ve manevi değerlerine sarılarak kalkınması, Türk Uluslar Topluluğunu kurması, mazlum milletlerde ve özellikle İslam ülkelerindeki batı emperyalizmine son vermesi dilekleriyle.