İlk mektubu kim yazdı, ne zaman yazdı bilinmez ama mektubun binlerce yıldır uzakları yakın eden bir vasıta hatta dost olduğu iyi bilinen bir hakikattir. O, yazanla yazılan kişi arasındaki bağın, samimiyetin de ifadesidir. Kimi zaman sıradan, basit şeyleri anlatsa da çoğu zaman mahrem duyguların da taşıyıcısı değil midir? Sevenle sevilen arasındaki ayrılığı vuslata kalbeden de odur.
Karşı karşıyayken dile getirilemeyen yahut dile getirilmesi cemiyetin kuralları gereği pek mümkün olmayan sözleri, arzuları muhatabına ulaştıran sadık dost da odur.
Bir parça kâğıtla kalemin vuslatından ibaret gibi görünmekle beraber, o yüklendiği misyon itibariyle fevkalâde önemlidir de, belki ilk bakışta bunu fark edemeyiz. Ne zaman ki postacıyı görürüz sokakta veya kapıda işte o zaman bizim de içimizde bir şeyler kıpırdar. Hemen uzanır alır, şöyle bir evirir çevirir ve itinayla açarız zarfı. Sonra beklenen haberi, duymak istediğimiz cevabı arar gözlerimiz satır aralarında. Buluruz onu, doya doya okuruz, döner bir daha okuruz, tekrar tekrar okuruz. Günlerce sürer heyecanı, coşkusu. Bizim için mukaddes bir emanettir o ve saklarız göğsümüzde. Nihayet cevap da yazarız, biliriz ki muhatap da aynı hissiyatı bizden beklemektedir.
Ne zamandır ki postacıyı göremez oldum sokaklarda. Kapımın kenarına sıkıştırılan veya posta kutusuna bırakılan zarfların renkleri de şekilleri de değişik. Eski sıcaklığı yok, çünkü her şeyimiz gibi o da el değmeden hazırlanmış, paketlenmiş, yani oldukça hijyenik!.. Bunların üzerinde sizin adınız olsa da aslında sizin gibi binlercesi için dökülmüş bir kalıptan başka bir şey değil. Ne kadar samimi görüntüsü verilse de arkalarında oldukça bir resmiyet ve ciddiyet hatta hafif yollu bir tehdit (veya tekdir) de yok değil. Bu rengarenk zarflar ve mazrufu artık bende kıpırdanmalar uyandırmıyor, bilakis bazen endişe veya sıkıntı veriyor. Zira ya bankalardan gelmiştir veya içlerinde borçlarımı ve bilhassa son ödeme tarihlerini belirten faturalar vardır.
Mektup yavaş yavaş aramızdan çekilmiş de farkına bile varamamışız. Şöyle geriye dönüp bakıyorum da en son kime ve ne zaman mektup yazdığımı hatırlayamıyorum. Oysa daha on yıl öncesine kadar tek tük de olsa mektuplar, kartlar aldığımı hatta cevap bile yazdığımı düşününce aklıma hemen Minik Kuş geliyor. Hemen her hafta mektuplaşırdık. Hatta mektuplarımızı diğeri gelene kadar meşgale olsun diye uzun uzun yazardık. Zamanla araya telefonlar girmeye başladı: Çünkü daha cazipti, bir kere sesliydi, ikincisi hemen ulaşıyorduk, üçüncüsü vs. vs...
Zamanla onu da tüketmişiz, şimdi telefonun yerini kısa mesajlar aldı. Önceden mesajlar kısa idi, şimdi mesajları uzatmak için kelimeleri kısalttık. Samimiyetin yerini de biraz laubalilik aldı. Son zamanlarda bana telefondan mesaj yazan koca koca adamların kullandığı şu kısaltmalardan bazılarını görünce iyice canım sıkılmaya başladı: Nbr (Ne haber), kib (kendine iyi bak), gtcm (gideceğim), mrb (merhaba), slm (selam) vs. Bunları anlayabilmek için de yanımızda bir sözlük taşımamız gerekecek galiba.
Artık bayramlarda veya kandillerde birisi tarafından oluşturulmuş bir mesajı telefonunuzdan otomatik olarak hiç değiştirmeden istediğiniz kadar numaraya gönderebiliyorsunuz. Hiç zahmeti yok. Bu durumu bilmediğim zamanlarda özene bezene yazılmış bu mesajlardan aldığım zaman sevinmiştim. Çünkü benim için yazıldığını düşünmüştüm. Ancak aynı mesaj hiç değişikliğe uğramadan birkaç değişik kimseden gelince ayaklarım suya ermiş ve oldukça üzülmüştüm. Oysa her mektup, kart başlı başına özel bir şeydir. Bu yüzden artık hiç olmazsa bayramlarda bazı dostlarıma yine kart yazmalıyım diye düşünürken, yarın artık bugündür dedim ve önüme çektiğim bembeyaz bir kağıda dolmakalemimle yazmaya başladım:
“Azizim efendim, sevgili dostum...”
Not: Mektupla ilgili en güzel yazılardan birini Ahmet Turan Alkan yazmıştır. “Üç Noktanın Söylediği...” Üç Noktanın Söylediği, Ötüken yayınları, 6. baskı, İstanbul, 2002, s. 209-210.