Dünyayı bekleyen büyük tehlike:SU SIKINTISI VE SU SAVAŞLARI
Geçen ay İsveç'in başkenti Stockholm'de su konferansı toplanmıştı. Toplantıda açıklanan rapor hayli ilgi çekiciydi. Susuzluk tahmin oranı, daha şimdiden 2025'te beklenen seviyeye ulaşmıştı. Bundan daha korkuncu, bu orantısızlık böyle devam ederse 2025 yılında her üç kişiden iki kişi susuzlukla karşı karşıya kalacaktı. Uluslararası Su Yönetimi Enstitüsü'nün hazırladığı haritaya göre Ortadoğu, su yetersizliğini en ağır biçimde yaşayan bölgelerin başında geliyordu.
Türkiye komşularına göre biraz daha şanslıydı. Ama yine de tehlike bölgesindeydi.
İngiltere İçişleri Bakanı John Reid, Şubat ayı sonunda düşünce kuruluşu Chatham House'ta yaptığı bir konuşmada, paylaşılamayan su kaynaklarının ülkeler arasında çatışmalara yol açabileceğine dikkat çekiyordu. İngiltere'nin önde gelen gazetelerinden The Independent, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri göz önüne alarak, su savaşları çıkması açısından en riskli 10 bölge arasına bu iki sınır komşusunu da ekliyordu.
The Independent, küresel ısınma nedeniyle başlayacak su sıkıntısının tetikleyeceği coğrafyamızdaki diğer potansiyel savaş bölgelerini ise şöyle sıralıyordu: İsrail, Ürdün ve Filistin. Ortadoğu'da dünya nüfusunun yüzde 5'inin dünya su kaynaklarının yüzde 1'iyle yaşadığını yazan gazete, 1967'deki Arap-İsrail savaşının nedenlerinden birinin de su olduğunu belirtiyordu.
Dünyaya nizamat vermeye kalkışan ülkeler, binlerce kilometre uzaktan bizim coğrafyamızdaki suyun yirmi sene, otuz sene, elli sene sonrasını ve su sebebiyle yaşanacak muhtemel gelişmeleri planlıyor.
Bizde ise hükümetlerimizin hemen her konuda olduğu gibi su konusunda da bir stratejisi yok. Önce denizlerimize bir bakalım. Dört tarafı denizlerle çevrili bir ülkeyiz. Dünyanın en güzel boğazları bizde. Ama bir Denizcilik Bakanlığımız yok. Olmadığı gibi denizcilikle ilgili mevzuat, yani yetki kargaşası var. Yaklaşık 57–58 kanun var. Birçok kararname var. Ama bu kanunlar 10 değişik bakanlığa ve 30 değişik kuruma yetki veriyor. Yani? Müteşebbis bir iş yapacağı zaman hangi bakanlığa, hangi kuruma gideceğini bilemiyor. Bizim deniz ticaret filomuz yaklaşık 10 milyon ton. Kıbrıs’ın 40 milyon ton, Yunanistan’ın 100 milyon ton. Yani Türkiye Dünya geneline baktığımızda denizcilikte yok gibi. Oysa dört tarafımız deniz… Denizlerimizde durum böyle… Bir de sularımıza bakalım.
Bulunduğu bölgeye göre Türkiye zengin su kaynaklarına sahip. Yıllık 107,3 milyar ton tüketilebilir su miktarımız var. Bunun sadece 39,3 milyar tonu kullanılabiliyoruz. Yani yüzde 36,6’sını. AA’nın verdiği bilgiye göre Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre, toplam yüzölçümü 77.95 milyon hektar olan Türkiye'nin, tarım alanları, 28.05 milyon hektarı buluyor. Yani toplam alanın yüzde 36’sı. Bu alanların 25.85 milyon hektarı, bir diğer ifadeyle yüzde 92,2’si sulanabilir alan. Bu alan İngiltere'den daha büyük bir alanı içeriyor. Ekonomik olarak sulanabilir alan yüzölçümü ise 8,5 milyon hektar. Bu alan ise Hollanda, Belçika, Lübnan ve Lüksemburg'un toplam alanından daha büyük. Yani sulanabilir tarım alanımız ve suyumuz hiç de endişe edecek gibi değil. Sadece sulamayı bilinçli yapamıyoruz. Buna göre bir çalışma içinde değiliz. Bir devlet politikamız da yok.
Su konusunda gözlerden kaçmaması gereken çok önemli bir konu ise şudur:
Şimdi içme suları irili ufaklı plastik şişelerde satılıyor. Ama bu sektörde Türk firmaları birer birer ortadan kaybolurken yerini çok uluslu firmalara bırakıyorlar.
Bizi tüketici olmaya zorlayanlar, bilinçli olmaya hiç zorlamıyorlar. Dolayısıyla alışveriş yaptığımız yerden su isterken “Aldığımız su hangi firmanın, hangi ülkenin?” diye hiç düşünmüyoruz. Hatırlayın bir, Niksar, Erikli, Taşdelen gibi bizim yerli su firmaları niye gözükmez oldular? Aksine, ismi yerli gibi de olsa yabancı firmalar nasıl da piyasalara hâkim. Bu nasıl mı oluyor? Halk bu incelikleri anlayacak şekilde bilinçlendirilmediği için bu çok uluslu güçlere ait firmalar, kendilerine pazar seçtiği ülkenin hükümetlerine veya yetkili kurumlarına arzu ettikleri standardı bir şekilde onaylattırıyorlar. Sonra fiyatı da bir süre ucuz tutup yerli firmalardan çok daha büyük imkânlara sahip oldukları için, gerek ihaleleri alarak, gerek promosyon vs. vererek bütün önemli yerleri tekellerine geçiriveriyor. Ne hazindir ki, o ülkenin yerli ürünleri hiç umulmadık bir sürede hem de o ülkenin kendi standartlarına uyum sağlayamayan bir ürün oluveriyor.
Çünkü standartlar ülkenin değil, söz konusu firmanın özelliklerine göre ayarlanıyor. Fazla direnen olursa, o marka hakkında medyada aleyhte çıkan bir iki yazı ile o marka toplumun gözünden düşürülüveriyor. Örneğin falan şişe suyunda kanserojen madde varmış denildi mi tamamdır. Firma iki ayda tepetaklak oluveriyor. Örneğin 2005 yılında bal ile ilgili gereksiz bir haber çıkmıştı da koskoca firma, biz o değiliz diye günlerce reklâm vermek zorunda kalmıştı. Savaş meydanlarındaki hile bile, ekonomideki hileler yanında mertlik kalır.
Dolayısıyla ülkemizin su sıkıntısı yoktur. Ama GAP ve çevresinin bizim elimizden toprak satışı veya herhangi bir satış, savaş vb. sebebiyle elimizden çıktığında can damarlarımızı kurutmuş olacaklarından şüpheniz olmasın.
Ana kentlerde ise bizim su firmalarımız birer birer yok olduktan sonra, içme suyu konusunda çok uluslu firmalara muhtaç kalacağız. Özellikle anakentlerdeki susuzluğun lojistik açısından yapacağı tahribatı düşünebiliyor musunuz? İşte asıl sıkıntı burada.
Şöyle ki gerek sulu tarım alanlarının elimizden çıkartıldığında, gerek herhangi bir siyasal veya ekonomik kriz sonrası bu firmalar bizleri susuz bıraktığında, şimdi birer ikişer yok olan Türk firmalarını o zor dönemlerde nerden bulacağız? Sudaki asıl sıkıntı suyumuzun az mı çok mu olması değil gelecekle ilgili su stratejimizin olmamasıdır.