Biz insanoğlunu, hayvanlardan ayıran en büyük fark düşünme melekesine sahip oluşumuzdur. İnsanları birbirine karşı üstün kılan şey nasıl ki, idealleri yani ülküleri ise, milletleri de birbirine üstün kılan şey millî idealleridir. Milletler de tıpkı insanlar gibi idealleri kadar büyük, idealleri kadar değerli ve idealleri kadar ölümsüzdürler...
Hakikat ile ilgisi olmayan arzuya hâyâl denilir. İdeal sahibi devlet, hâyâlci politikalarla uğraşmak yerine, teknolojide, sanatta, kültürde, askeri alanda kısacası hayatın her sahasında kendini geliştirip, ülküsü uğrunda gayret eder. Bunun için de millî iç ve dış devlet politikasını kurar. Millî idealin gücü, milletin ve tabii olarak o millete ait devletin, ideallerini gerçekleştirme arzu ve gayretiyle ilgili olduğu kadar, Türkiye gibi ülkelerde devlet idarecilerinin zihniyetiyle de yakından alâkalıdır.
İdealimiz Sığıntı Olmak mı?
Millî idealler, millet tarafından arzulanır, fakat o milletin devleti tarafından gerçekleştirilmeye çalışılır. Meselenin mantıklı izâhı budur. Fakat Türkiye bu açıdan yeryüzünde benzersiz bir örnek teşkil etmektedir. Çünkü Türkiye’de, milletin vicdanında yatan millî ülkü ile devleti yöneten idarecilerin (ve aydınlarının) zihniyeti çoğu zaman birbiriyle aynı değildir. Bunun sebebini, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan daha eskide, Tanzimat Fermanında, hatta daha evvelinde bulabiliriz. Batı karşısında her alanda gerileyen Osmanlı devletini, bu durumdan kurtarmak isteyen Osmanlı idarecileri, çareyi batıyı kuru bir taklitte bulmuşlar ve bu sayede devleti bâdîrelerden kurtaracaklarına inanmışlardı. Fakat devleti kurtarmak mümkün olmadı. Batıdan alınan sistem taklitçiliğe dayanmakla birlikte, millî ruhumuza ve içinde bulunduğumuz şartlara tamamen aykırıydı. Çünkü bizim tarihimiz, kültürümüz, inancımız, coğrafyamız, yani içinde bulunduğumuz şartlarımız farklıydı. Şurası muhakkaktır ki; farklı şartlarda ortaya çıkan bir milletin sisteminin, başka şartlar içindeki bir millete uygulanmasının faydası olmadığı gibi bilakis çok büyük zararları vardır. Nitekim Türk idareci ve aydınlarının, tamamen farklı şartlarda gelişme imkânı bulan batı sisteminin uygulamaya çalışmasıyla, idareci-millet ikiliği peyda oldu. Bu ikilik Osmanlı’nın son döneminde başladı, Cumhuriyet ilk döneminden sonra ise had safhaya ulaştı. Batıyı anlamadan yapılan taklidin, Osmanlı’ya hiç bir faydası olmadı ve Osmanlı kısa bir süre sonra yıkıldı... Fakat Türkiye Cumhuriyetinin idarecileri de, Atatürk döneminden sonra önlerinde Osmanlı gibi bir örnek olmasına rağmen yine aynı taklit mantığıyla hareket ettiler. Maalesef, kendi değerlerimiz ve şartlarımız içinde, bunalımdan çıkış yolunu aramadılar, aramayı da düşünmediler. Osmanlı’da batıyı taklit etmek için, Tanzimat öncesine dayanan kendi değerlerinden kopuş, Cumhuriyet döneminde de artarak devam etti ve hâlâ devam etmektedir. II. Mahmud’a gavur padişah gözüyle bakan millet, bugün de kendi aydın ve idarecilerine aynı gözle bakmaktadır. Yani iki yüz yıllık taklit etme hastalığımız aynı şekilde sürdürüldüğü için, Türk milleti kendi aydın ve idarecilerine karşı güvensizlik içindedir. Türk aydınları ve devlet idarecilerimiz de millete tepeden bakarak, onun arzularını ciddiye almamaktadır. Ve böylece Türk milletinin gönlünde kor bir ateş gibi yanan millî ülkü, devlet sisteminde yer bulamamaktadır. Osmanlı devleti yıkılırken bile dünyanın sayılı, güçlü devletlerindendi. Onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti ise, gerek idareci-millet ikiliği ve gerekse milli iç ve dış politikasızlığı yüzünden, büyük devletlerin yanında bir sığıntı devletçik gibi görünmektedir.
Bunalımdan Çıkış Yolu !
Bugün Türkiye’nin, millî ne iç, ne de dış politikası vardır. Günü birlik politikalarla geleceğe yani büyük Türkiye’ye ulaşmak ise mümkün değildir. Her büyük devlette olduğu gibi ABD’nin de değişmeyen millî iç ve dış politikası vardır. Yarın George W. Bush’un yerine başka biri geldiğinde, ABD’nin devlet politikası asla değişmez, değişemez. Bush’un görevi ABD’nin resmi devlet politikasını uygulamaktır. Bugün de o politikayla hareket etmektedir. ABD, dün 2. Dünya Savaşına niçin girdiyse, Vietnam’a ve Kore’ye hangi sebeple saldırdıysa, bugün de Afganistan’a, Irak’a o sebeple girmiştir. Yarın da başka bir ülkeye aynı sebeple savaş ilan edecektir. Devleti idare edenler değişse bile, devlet politikasının değişmeyeceğini tarih felsefecileri çok iyi bilirler.
Türkiye Cumhuriyetinde ise devlet politikası, laiklik ve demokrasi gibi bazı temel ilkeler haricinde her gelen iktidarla birlikte değişir. Bizdeki devlet politikası, gelen iktidarın iktidarda kalış süresi kadardır. Yoksa devlet kurumlarının ve devlet idarecilerinin bütününe aksetmiş ciddi politikamız (iç ve dış) yoktur. Olmadığı için de kukla bir devlet gibi büyük devletlerin jandarmalığına soyunur, istikbalimizi onların vicdanlarına emanet ederiz.
Türkiye Cumhuriyetinin, Türkmeneli’nde, KKTC’de, Karabağ’da, Lübnan’da, Doğu Türkistan’da, Batı Trakya’da, Çeçenistan’da varlığını ortaya koyabilmesi için, ülkü sahibi bir devlet olması gerekmektedir. Bunun için de, yapılması gereken iki önemli husus vardır: Öncelikle Türk milletinin millî ve manevî değerleri devlet felsefesine hakim kılınmalı, daha sonra da ciddi millî iç ve dış politika oluşturulmalıdır. Devlet idarecilerimiz, milletin devletine olan güvenini zedeleyecek politikalardan kaçınarak, batı karşısında korkaklık ve aşağılık duygusundan sıyrılmalı, geçmişten gelen tarihî, dinî, siyasî gücünü etkili şekilde kullanmalıdır. Tıpkı Japonya gibi, kendi değerleri üzerinde yükselerek, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmamızın, bunalımdan çıkışımızın tek yolu da budur! Milletimizin istikbali başkalarının insafına terk edilmemeli ve Türkiye yarını meçhûl bir ülke olmamalıdır...