Kasım 2008

Ö T E S İ

 

21.12.2024 



Tutanak

 
Hüseyin Özbek

Sakar Kömüş


İneklerin, inek kömüşlerinin buzağılamasının yaklaşmasıyla heyecanımız artardı. Bu ara anama bir telaş gelir, sık sık ahıra iner, bızlacı ineklerin, kömüşlerin karnını yoklar, sırtlarını sıvazlar, önlerine sıcak yallarını koyar, insanmış gibi onlarla konuşurdu. Bizlere de;” İyice indirmiş, yakındır, akşama sabaha buzağılar” derdi. Doğum sonrası buzağıyı, malağı temizler, analarını emmelerine yardım eder, doğum yapan hayvanın eteninin düşmesini bekler, toprağa gömerdi.

Buzağılayan hayvanın bakımını sürdürür, sıcak yallarını, katığını, kepeğini önlerinden eksik etmezdi.
Buzağının, malağın alnında akıtma, varsa adı sakar buzağı, sakar malak olurdu. Kuyruğunda aklık varsa sökül olurdu. Toynaklarında, gövdesinde alacalık varsa ala buzağı denirdi. Dişiliği, erkekliğine göre ala düve, ala inek veya ala dana, ala öküz, sakar malak, sakar kömüş olarak ömrünün sonuna kadar adını taşırdı. Alacalık, sakarlık yoksa ceyran malak, ceyran kömüş, kara malak, kara kömüş, kara öküz olarak giderdi. Ad koymanın bir sınırı yoktu. Doğumun nevruz’a, bahara rastlaması durumunda verilecek ad belliydi. Yalnız hane halkı değil, tüm köy bu adı benimser, böylece hayvan ismiyle, cismiyle bir kişilik kazanmış olurdu.
Çoğu kez de kapıdan yetişen mallar aradan yıllar geçip öküz, kömüş olduklarında bile “Evdeki buzağı öküz olmaz “misali, ceyran malak, sakar dana diye anılırdı. Köy içine gelin olanların seksenli yaşlarında bile Gülüm Kız, Hatice Kız, Aliye kız diye anılması gibi.
Malağın, buzağının ağız sütüne biz de ortak olurduk. Doğum sonrasının ilk sütünden yapılan avuz’un hayalini çok öncelerden kurardık. Sofraya avuz geldiğinde evcek kaşık yarıştırırdık. Birbirine çarpan şimşir kaşıkların şakırtısı avuz bitinceye kadar devam ederdi.
Buzağının, malağın damda konduğu bölüme gümele veya pin denirdi. Anam bir yandan hayvanı sağarken buzağımız, malağımız bir yandan memeleri edüklerdi. Bizler de çömelir seyrederdik. Emzirme bitince yavru pine konurdu. Pin’e biz de geçer, malakla, buzağıyla konuşur, okşar, severdik. Arkadaşlarımızı çağırır, gururla gösterirdik. Biz de onların damına, pinine gider onlarınkini seyrederdik.
Bir ara malaklarımız doğumdan kısa süre sonra peş peşe ölmeye başladı. Büyük sakar kömüşümüzün, küçük sakar kömüşümüzün o ceylan gözlü malaklarının ardından çok gözyaşı döktük. Ağlayan yalnızca biz değildik. Memeleri patlayacak kadar şiştiği halde acısından indirivermeyen, yani sütünü sağdırmayan sakar kömüşün önüne usluların önerisiyle derisine ot doldurulmuş malağı konduğunda gözyaşları dökerken bir yandan da sevgiyle yalamasına Esma ablamla, kardeşim Mustafa’yla ağlayışımızı unutamam.
Ard arda ölümlere çare olarak köyümüzün imamı Hatip Dayı damımızı şerbetledi, okudu, ahırın içinde tüfek attı, kötü ruhları kovdu. Anam erenlere adak adadı, iki köy arasındaki erenler türbesine mumlar dikti.
Buzağılar malaklar bizimle büyürlerdi. Karaçağaç yaprağı, dut yaprağı yolup, önlerine koyar, hırsla yemelerini zevkle seyrederdik. Biraz büyüyüp ilk kez dışarı çıktıklarında sağa sola sıçrayıp yoruluncaya kadar koşmalarına eşlik ederdik. Pinde başlayan arkadaşlığımız ayaklanıp sürüye katıldıklarında artarak devam ederdi. Günün uzununda merada, dağda bayırda akşamı beraber ederdik. Onlar bizim huyumuzu, biz onlarınkini bilirdik. Her biri hangi otu sever, ne zaman kuyruğu kaldırıp cız tutar, sığır içinde kiminle anlaşır, kiminle zıtlaşır bizce malumdu.65 hanelik Yukarı Yazı köyü’nde komşuların sığırları içinde hasmı kimdir, dostu kimdir onu da eksiksiz bilirdik. Onlar da bizim neye kızdığımızı, neyi sevdiğimizi kendi ölçüleri içinde bilirlerdi. Aile bireylerini tanırlar, huylarını, kendilerine en yakının kim olduğunu deneyim-içgüdü sarmalıyla anlarlardı.
Ev köy ihtiyacı için pazara satmaya götürüldüklerinde sofradan bir kaşık eksilmişçesine acı duyardık. Damda, afurda bir yular eksilir, yerleri boş kalır, gözümüz oraya kaydığında yitik bir dost özlemiyle burun direğimiz sızlardı. Uzak yakın köylere sattığımız ineklerimiz, kömüşlerimiz yıllar sonra karşılaştığımızda biz unutsak bile kokumuzdan bilirlerdi. Üstümüzü başımızı koklamaya, yalamaya, böğürmeye başladıklarında aşımızı ekmeğimizi paylaştığımız, eski bir hane mensubuyla karşılaşmanın acılı hazzını duyardık.
Bizim için her hayvanın bir kişiliği vardı. Uysallığıyla, huysuzluğuyla, güreşçiliğiyle, süt verimiyle, sabana iyi gitmesiyle, tomruk çekmesiyle, kuyruğu omuzlayıp, başını dikip zapt olmaz bir halde dokuz tepe tüğmesiyle diğerlerinden ayrılan, kendine özgü bir kişilik... Bu kişilik ana tarafıyla, ona aşan babanın ortak genetik özelliklerinin bileşimi olurdu.
Köy odası, harman sohbetlerinde oğul, kız, gelin methedilircesine herkes danasının, düvesinin, öküzünün, kömüşünün meziyetlerini sayardı. Atalar kendi arasında biz yaşıtlarımızla mal üzerinden iddialara girerdik. Bazan iş uygulamaya dökülür, köylülerin huzurunda danalar, azman malaklar güreştirilirdi. Sahibi güreşin galibini yedekleyip giderken Kırkpınar başpehlivanını hanesinden çıkarmış gibi hissederdi kendini.
Milletçe ortaklaşa geçirdiğimiz uzun tarihsel sürecin değerler birikiminin toplumun kolektif mirasına damıttığı yaşam kültüründe hayvanla bunca iç içeliğimize karşın onların yeri pindi, damdı. Bizim damın üstüydü. Sabahtan akşama çiftte, çubukta, tarlada, harmanda birlikteliğimize, ertesi gün yeniden başlama üzere eve dönüşte ara verirdik. Bu asla bir kastlaşma değil, doğanın, doğal olanın, tarihin bize öğrettiğiydi.
Her köye gidişimde artık ocağı yanmayan, bacası tütmeyen hanemize uğrayışımda damın kapısını açarım. Sökül ineğin, sakar kömüşün, ceyran malağın, bahar kızın, Firdevs ineğin boş afurlarına, yularlıklarına bakarım. En son pine gözüm takılır. Çocukluk arkadaşlarım buzağılarımızın, malaklarımızın ten kokusunun, süt kokusunun henüz silinmediği çamdularını, tahtalarını okşarım. Anamın sağarken ana şefkatiyle, ana sıcaklığıyla sağrısını okşayarak “Dur benim sakar kızım, dur benim baharım!” dediğini duyar gibi olurum. Sessizce ahırın kapısın kapatır, gıcırdayan merdivenlerden yukarıya yönelirim.


ufuk@ufukotesi.com

Bu yazı toplam 7753 defa okunmuştur.

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.

UFUK ÖTESİ.COM

BU YAZIYI TAVSİYE EDİN

Adınız  Soyadınız

E-posta adresiniz
Arkadaşınızın e-posta adresi

 

Yazdır  - Sayfanın Başına Dön 

 

 Sayı :79

 KÜNYE
 
 ARŞİV
 
 ABONELİK
 
 REKLAM
 
 
  YAZARLAR
 Ali Arif Esatgil
Bayrak gibi yaşamak...
 Alptekin Cevherli
En zor yazım…
 Doç. Dr. Fethi Gedikli
Şimşek gibi çakıp geçen ülkücü
 Dr. Yusuf Gedikli
Sevgili Kemalciğim, candaşım, kardaşım, arkadaşım…
 Kemal Çapraz
Son söz...
 Olcay Yazıcı
Asil Neslin Son Temsilcisi: Kemâl Çapraz
 Bayram Akcan
“BOZKURT” Kemal ÇAPRAZ
 Aydil Erol
Bu çapraz, kimin çaprazı?!!
 Şahin Zenginal
Sensiz hayat zor olacak
 Ünal  Bolat
Sevdiğini Türk için seven Alperen
 Hayri Ataş
“YA BÖYLE ÖLÜM DEĞİL Mİ ERKEN”
 Mehmet Türker
Türk Dünyasının dervişi
 Mehmet Nuri Yardım
Kemal Çapraz diye bir kahraman
 Prof Dr. Ali Osman Özcan
Ufuk Ötesinde Çapraz Ateş
 Orhan Seyfi Şirin
Çapraz doğuştan ‘Reis’ti
 Rasim Ekşi
Kardeşim Kemal’in Vasiyeti
 Dr. Orhan  Gedikli
Sevgili Kemal Kardeşimin Ardından
 Özdemir Özsoy
Seni unutamayız
 Dr. Ünal Metin
“Ufuk Ötesi” yaşıyor
 Aybars Fırat
Kastamonu Beyefendisi
 Süleyman Özkonuk
Öteki Ufuk
 Zeki Hacı ibrahimoğlu
30 yıllık dostumdu
 Coşkun Çokyiğit
Kemal Çapraz “Tek Ağaç”lardandı
 Baki Günay
Kırım Meclisinde Kemal Çapraz sesleri
 Ahmet Tüzün
İz Bırakan
 Cem  Sökmen
Metropoldeki dâvâ adamı: Kemal Çapraz
 Hüseyin Özbek
Kemal Bey
 Asuman Özdemir
Sermayeye kurban gittin…
           
       
 
   

Karahan 2002