8–11 ağustos 2006 tarihleri arasında Suudi Arabistan kıralı Abdullah, cumhurbaşkanı Sezerin davetlisi olarak Türkiyeyi resmen ziyaret etti. 8 uçakla ve 300 kişi ile birlikte gelen Kıral Abdullah, son 40 yıldan beri Türkiyeyi resmen ziyaret eden ilk Suudi kıralıdır. En son 1966’da Kıral Faysal, Türkiyeyi ziyaret etmişti. Laiklik ve Arapça kelime kullanmama konusunda son derece titiz olan Sayın Sezerin şeriatçı bir ülkenin kıralını davet etmesi bize şaşırtıcı geldi.
Ancak daha şaşırtıcı olanı Sezerin de anti laik dış politikadan vazgeçip laik dış politika uygulanmasının gerekliliğine inanmasıydı.
Sezer kıralla görüşmesinde 1966’da Kıral Faysalın Kıbrıs Türklerine verdiği desteği hatırlatarak tekrar destek istedi.
Sezerin 8 ağustos akşamı kıralın şerefine verdiği yemeğe Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkökün katılması da manidardı. Her iki olgu, hükümetin dış politikayı laikleştirilmesine devletin öteki unsurlarının da destek verdiğini, artık devletin gerçekleri görmeye başladığını gösteriyor.
Bugüne kadar her fırsatta Arap düşmanlığı ve Arapların horlanmasını gündeme getirenler dahi görünüşte de olsa ziyarete destek verdi. Mesela Hürriyetin Ertuğrul Özkökü, bayat Ecyad haberini servis yaparak Arap düşmanlığında hayli mesafe kat etmişti. Bakıyorsunuz Ertuğrul bey, 8 ağustos tarihli yazısında ziyareti gerekli görüyor. Fakat 12 ağustos tarihli yazısında İsrailciliğini açığa vurmaktan da kendini alamıyor. Aynı tavrını 17 ağustos tarihli yazısında da sergiliyor. Bu da kıralın ziyaretine aslında destek vermediğini, tepkilere karşı öyle görünmek istediğini ortaya koyuyor.
Sırası gelmişken sayın Ertuğrul Özköke İsrailin 4 ağustos 2006 günü Güney Lübnandaki Osmanlı yapısı Akkar köprüsünü yıktığını hatırlatalım (Sabah, 5 ağustos 2006, 22. s.). Belki bu sefer “Türk eserini yıkan İsrail köprüyü yeniden yapsın” kampanyası başlatır?!.
Tabii bazıları hâlâ “Araplar geliyor” vaveylasıyla ortalığa düştüler. Laf aramızda ben Arapların yerinde olsam Türkiyeye hiç gelmem. Neden mi? Hadi düşmanlık neyse, alay edildiğiniz, horlandığınız bir yere niçin gideceksiniz?.
Hükümetin laik dış ve laik dış ticaret politikası
Hükümetin laik dış politikasını takdir etmemek mümkün değil. Türkiye artık kabuğunu kırıyor, bilhassa Ortadoğu meselesinde aktif rol alıyor. Artık batıcı değil, batılı politika uygulamaya başlıyor.
Hükümetin laik dış ticaret politikasını da takdir etmemek mümkün değil. Kürşat Tüzmen senelerdir düşündüğümüz, hayalini kurduğumuz dış ticaret politikalarını tatbike koyuldu. Bu sebepten Türkiyenin 2006 ihracatı 80 milyar dolardan fazla olacaktır. Yoksa sadece 23 ülkenin üye olduğu OECD ülkeleriyle ticaret politikasıyla gidilseydi, ticaretimiz en fazla 50 milyar dolarlarda olurdu (Hepsi gelişmiş olan OECD ülkesine ne satacaksın. Adamlar senin yaptığının kıralını yapıyorlar).
On yıllardır batıcı (batılı değil) politikalarla gözlerimizi bağladılar, Türkiyeyi batıya mahkûm ettiler, silah fabrikalarını kapatarak dünyanın en eski devlet ve ordularından birinin kolunu kanadını kırdılar, silah teknolojisinde Türkiyeyi İran ve Pakistanın gerisinde bıraktılar, “en hakiki mürşit ilimdir” deyip ilmi araştırmalar için kuruş harcamadılar, uyguladıkları başarılı (!) politikalarla kendilerini batıya kabul ettiremedikleri gibi, dünyanın öteki yarısından da tecrit ettiler, BM’de Kıbrıs davasında sadece kendi parmaklarını kaldırdılar; NATO, ABD, AB deyip milleti uyuttular; OECD ülkelerine yönelerek Türkiyenin ticaretini batıya bağlayıp Üçüncü Dünya ülkeleri derekesine indirdiler. Velhasıl milleti öyle bir toplumsal hipnoza soktular ki… Ama millet de toplumsal hipnoza meyilliydi. Öyle olmasaydı, milletin bütünü hem de bu kadar uzun yıllar, bu kadar kolayca uyutulabilir miydi?
Şayet laik siyasetleri on yıllar önce uygulasaydık İngiltere, ABD ve diğer batı ülkelerine yönelen Arap sermayesini Türkiyeye çeker, hem biz kazanırdık, hem Araplar kazanırdı. Hem de Kıbrıs mevzusunda onlarca parmak bizimle kalkardı. Hem de o zaman Araplara bazı çağdaş özellikler ve davranışlar da kazandırılırdı.
Ama böyle yapmadık. Menderes-Bayar iktidarı zamanında Araplara öyle şeyler yaptık ki, adamlar bir daha bizim yanımıza uğramadılar, aksine Yunanlıları tuttular. Mesela 1957-58 yıllarında tam bir sene Suriyeyi tehdit altında tuttuk. Bunun hedeflerinden biri Anglo-Sakson, Yahudi hedeflerine hizmet etmek, öbürü de içerideki enfilasyonu ve hoşnutsuzluğu harici bir puroblemle dağıtmak, muhalefeti sindirmek ve susturmaktı. Yani tipik diktatörlük tatktiklerinden biri (DP iktidarı bir nevi diktatörlüktü. Zaten bunun için devrildi).
Türkiye-Suriye sınırına Çin seddi gibi bir Türk seddi yapamadığımız için 1956-59 yıllarında mayın döşedik. Sonunda bunun zararını en çok biz gördük. Mayınlarda binlerce insanımız öldü. Düşmanlığını kazandığımız Suriyenin 15 yıl Apoyu desteklemesi neticesinde on binlerce can kaybı ve milyarlarca dolarlık maddi kayba uğradık. Kırmanç meselesi bu hale geldi. Aynı tarihlerde Türk devrimlerini örnek alan laik Nasırı da ittik. Cezayirde de Fıransızları tuttuk. Bağdad paktını kurarak Arap dünyasını parçaladık ve Sovyetlerin Ortadoğuya girmelerine imkân sağladık. Sonunda BM’de tek parmaklı duruma düştük. Sırf düşünmemekten, Londra, Vaşington ve Telavivin aklına uymaktan. Eğer gönüllü piyon olmasaydık, ne kadar baskı yapılırsa yapılsın bu kadar şeyi yapmak mümkün olamazdı. Kimseye zorla bir şey yaptırılamaz. Başkasının istediği hareketi zor altında en fazla bir, bilemediniz iki kere yaparsınız. Ancak biz gönüllü yaptık.
Anglo-Sakson, Yahudi politikalarıyla Fıransızları da kendimize düşman ettik. Fıransızların Kırmanç ve Ermeni meselesinde bize bu kadar düşman olmalarının sebebi, yukarıda belirttiğimiz tek ortak ata oynama politikasıdır.
Elalem bizde Arap düşmanlığını canlı tuttu, öbür taraftan parsayı götürdü (Bu hususları 2002 yılında, Ufuk Ötesinin ikinci sayısında ilk olarak dile getirmiştik).
Ama bu da bir yerde bitecekti ve nitekim bitti. Nihayet cin şişeden çıktı, kâse çatladı. Artık Türkiyenin Londra, Vaşington, Telaviv sac ayağı üzerine kurulu politikasının ayakları tutmuyor, kurulan yapı çatırdıyor.
Arap düşmanlığının sebep ve bahanesi
Türkiyede bir Arap düşmanlığı olduğu ve bunun her fırsatta dile getirildiği, gündemde tutulduğu malumdur. Karşılık olarak Araplarda da Türk düşmanlığı vardır. Arap düşmanlığını Türkiyede pilanlı puroğramlı, açık aşikâr ilk başlatan kişi, 2. Meşrutiyetten bir hafta sonra Tanin gazetesini çıkaran Hüseyin Cahit (Yalçın)’dır.
Arap düşmanlığı öne sürülürken zaman zaman İslamın Arap kültürü olduğu vurgulanmakta, bunun yabancı bir kültür olduğu ima edilmekte veya açıkça söylenmekte, şuurlu veya gayri şuuri olarak milliyetçilik duyguları kabartılmaya çalışılmaktadır. Buna dar görüşlü milliyetçi şahıslar da alet olmaktadır (Milliyetçilik bir histir. Düşünme gerektirmez).
Türkiyede Arap düşmanlığının sürekli vurgulanmasının sebebi şudur: Doğrudan doğruya, cepheden İslamiyete saldırılamadığı için, İslama endirekt olarak, askerlik terimiyle yan taarruzuyla saldırılmaktadır. İslamın yabancı kültür, başka bir ifadeyle Arap kültürü olduğu doğrudur. Ancak İslamı atarak yerine neyi koyacaksınız? Türk kültürünü mü? Hayır, batı kültürünü, yani Hıristiyan kültürünü. Peki o da yabancı değil mi? Hemen şey ama, çağdaş kültür, şu bu, falan filan diye kem küm edilecek... Sonra da ilim adına hiç bir faaliyet yapılmadan, tek kuruş harcanmadan “en hakiki mürşit ilimdir” denilecek.
İslamiyeti ve İslam kültürünü kaldırdınız mı, o zaman “misyonerler niye başarılı oluyor, Kıbrıs Türkleri niye Rumları tutuyor, Türkiye medyası niçin AB’ci ve ABD’ci oluyor, liseli kızlar neden taammüden ana babalarını öldürüyor ve öldürtüyor?” sorularına cevap bulamayacağınız gibi, buradan kaynaklanan sorunlardan da şikâyet etmeye hakkınız yoktur.
Üstelik siz Hıristiyan olsanız bile Avrupa yine sizi kendinden değil, “öteki” olarak görecektir. 2 bin yıllık Hıristiyanlıkla, 2 günlük Hıristiyanlık bir olur mu?
Bütün milli kültürleri ahlata benzetmek mümkündür. Nasıl ki ahlat aşılanarak armut haline, yani daha iyi ve faydalı bir hale geliyorsa, bütün kültürler başka bir kültürle -ki bu her zaman dinî bir kültürdür-, aşılanarak daha zengin hale gelmiştir. Söz gelişi Japon kültürü Budizm ve Şintoizm ile; Çin kültürü Konfüçyanizm, Taoizm, Budizm ile; Hint kültürü Bırahmanizm, Budizm ve saire ile; Avrupa kültürleri Hıristiyanlık ile aşılanmıştır. Aynı şekilde Türk kültürü de İslamiyetle aşılanmıştır. Araplar, Yahudiler, kısmen Çinliler kültürlerini milli bir kültürle aşılamışlardır ama bu da yine dinî bir kültürdür. Günümüzde İsrail halen Yahudi şeriatıyla idare edilmektedir.
Arap düşmanlığının baş sebebi olarak da Şerif Hüseyinin Mekke isyanı temcit pilavı gibi her fırsatta servise sunulur. Bu doğrudur ama düşmanlıkları neden Yunanistan, Ermenistan, İngiltere ile değil de (bunların bize daha çok zararı oldu ve olmaktadır) sadece Araplar ile canlı ve sürekli tutuyoruz? Ama aslında bu bir sebep değil, bahanedir. Esas sebep, yukarıda söylediğimizdir.
Türklerin Arap düşmanlığının, Arapların Türk düşmanlığının esas sebebini Türk sağının düşünen nadir adamlarından biri olan Erol Güngör dahi fark edememiştir. Zaten fark etseydi, cemiyetin böyle toplumsal hipnoz halinde bulunması mümkün olamazdı. Güngör ve sağcı alimler, Türklerin Arap düşmanlığını görmeden, Arapların Türk düşmanlığını “İngilizlerin yazdığı tarih kitaplarına” bağlarlar. Oysa Türklerin Arap düşmanlığının asıl sebebi yukarıda yazdığımızdır; Arapların Türk düşmanlığının esas sebebi ise 1950’lerde uyguladığımız gönüllü piyon politikalarıdır.
Netice olarak laiklik tamam ama İslam dinini ve İslam kültürünü toplum yapısından söküp atmak yanlıştır. Sovyetlerdeki Türk ve Müslüman toplumlar laiklikten de öte ateist bir rejimin idaresinde 70 yıldan fazla kaldılar. Dinleri yok edildi, fakat İslami kültürleri aynen kaldı. Budist ve Şintoist olan Japonlar da semavi olmayan dinlerini değiştirmeye lüzum görmediler. Şimdi hızla ilerleyen Hintliler ve Çinliler de lüzum görmüyor. Hal böyleyken en son semavi din olan İslamiyetin ve İslam kültürünün cemiyet hayatından sökülüp atılması vahim sonuçlar doğurur (Tabii ki hurafeler, lüzumsuz gelenek ve görenekler hariç). Çünkü boş olan saha muhakkak başka bir kültürce doldurulur.
Çağdaşlaşmak İslamiyetten ve İslam kültüründen kaçarak değil, müsbet bilimlerde ve teknolojide ilerlemek ve İslamı sadece ahiret dünyasına hapsetmekten kurtarmakla mümkündür.
Ortadoğu savaşı ve Lübnana asker gönderme
12 Temmuz 2006’da başlayan İsrail-Hizbullah savaşı 14 ağustosta bitti. Binden fazla sivil Lübnanlı, 106’sı asker olmak üzere 160 civarında İsrailli öldü. Lübnana verilen zarar 7 milyar dolar, savaşın İsraile maliyeti 1.6 milyar dolar oldu.
“Kim kazandı, kim kaybetti?” sorusuna sıra gelirse, kazananlar safında başta Hizbullah, İran, şiiler ve şiilik var. İran çifte kazanç sağladı. Hem siyaset, silah ve ideoloji cihetinden desteklediği Hizbullahın başarılı olmasına, hem de nükleer puroğramına devam etmek için uluslar arası baskıyı azaltmaya muvaffak oldu. Artık ABD ve batı İrana eskisi kadar çok ve şiddetli baskı yapamayacak. Yani İranın nükleer puroğramının önü açılmış oldu. İranın çok kazançlı politikasını takdir etmemek, subjektif bir davranış olur.
Hizbullah, bir devlet olmamasına, bir örgüt olmasına rağmen (ama devlet gibi bir örgüt), bugüne değin hiç bir Sünni arap devletinin başaramadığını başardı.
Kazananlardan biri de ABD’nin silah şirketleri. Nereden bakarsanız bakın, önümüzdeki bir sene içerisinde her iki taraftan en az üç-dört milyar dolarlık silah siparişi alacaklar.
Kaybedenlerin başında İsrail geliyor. İsrailin kaybı üçlü kayıp, hem 1948’den beri şu ana kadar süregelen psikolojik üstünlüğünü kaybetti, hem de kara harekâtında başarısız olarak savaşı kaybetti ve şu ana değin en mühim can, mal kayıplarını verdi.
Körfez, Afganistan ve Irak savaşlarında hava kuvvetlerinin belirleyici rol oynadığını görmüştük. Aynı durum burada da görüldü. Fakat kılasik savaş sıtratejisinde söylenen “zafer süngünün ucundadır” sözü de doğrulanmış oldu. Bir ülkeyi hava kuvvetleriyle ne kadar yakıp yıksanız dahi, karada asker yürütemiyorsanız, zaferi elde edemezsiniz. İsrail için de böyle oldu.
Kaybedenler safında siyasi olarak İsrailin yanı sıra ABD, İngiltere, BM ve AB de var. AB’nin burada da esamisi okunmadı. Şimdi bu silik durumunu Barış Gücünde başı çekerek telafi etmek istiyor.
Kaybedenler arasında Lübnan devleti, Sünni Arap devletleri de mevcut.
Tabii en büyük kayba uğrayan sivil halk oldu. Canını, kanını verdi; elinden yurdundan, yuvasından oldu.
Asker göndermeye gelince
Lübnan İsrail sınırında oluşturulacak 15 bin kişilik barış gücüne asker gönderip göndermeme Türkiyede epey tartışmaya yol açtı. Cumhurbaşkanı, muhalefet ve bir kısım halk oyu asker gönderilmesine karşı.
Baştan söyleyelim. Barış Gücü İsraili Hizbullah taarruzlarından korumak için teşkil ediliyor. Lübnanı İsraile karşı korumak için değil. Lakin İsraili Hizbullaha karşı korumak, aynı zamanda Lübnanı İsraile karşı da korumak demektir. Dolayısıyla hangi yönden bakarsanız bakınız, barışa katkıda bulunmak bizce gereklidir.
Asker gönderilmesine karşı çıkanlar, Somaliye, Afganistana gitmeye niye karşı çıkmadılar? Bir bilgi verelim. 28 ağustos 2006’da Afganistanda iki sivil Türk öldürüldü. Yarın da askerlerimiz öldürülebilir. Lübnana asker gitmesine karşı çıkanların, Türk askerinin Afganistandan derhal geri çekilmesini talep etmeleri gerekir. Tutarlı olmak isteyenler meselelere objektif bakmayı bilmelidir.
Ayrıca ikide bir büyük devlet, bölgesel güç olduğumuzu söyleyip duruyoruz? Bunlar bize göre içi pek dolu olmayan böbürlenmeler, nerede büyük olduğumuzu henüz göremedik. Şayet büyük devlet, bölgesel güç olmak istiyorsanız, yerine göre müdahale etmelisiniz. Giderseniz bir sıkletiniz olur, gitmezseniz, kendi kendinize “büyük devlet, bölgesel güç” hapıyla teskin olursunuz.
Bize göre cihanın en saygın devleti olan Fıransa dahi konuya çekimser bakarken İtalyayı kıskanıp atağa geçti. AB, silik ve şahsiyetsiz politikasını ört bas etmek için 7500 asker verme kararını hemen aldı. Bunların sebebi açık.
Tabii ki Türk askerinin kılına zarar verecek eylemlerden sakınılacak, kaçınılacaktır. Hizbullah bizim işimiz değil. Bunu İtalya da açıkladı. “Barış Gücünün işidir” diyenler kendileri halleder. Bölgesel güç iseniz, yeri gelince alır askerinizi gelirsiniz.